27 Ağu 2009

LATİN AMERİKA GÜNCELERİ 1: ECUADOR (EKVADOR)














1. LATACUNGA-(04.02.2008)





Terminalden indiğimde canım çok sıkıldı. Aslında Eski Quito benzeri bir şehirle karşılaşacağımı umut ediyordum. Ama her yönüyle harap bir şehir karşıma çıktı. Atölyeler, atölyeler ve yine atölyeler... Sanki Gültepe'nin, Çeliktepe'nin, Kağıthane'nin en büyüğü 3 katlı olan binalardan teşekkül, benzeri bir doku... Herşey o nehri geçen köprüden, o semt pazarından geçip otele doğru ilk trafik ışıklarından dönene kadar... Ve evet, yine tarihi bir doku. Quito'daki kadar bakımlı olmasa da binaları yine de insanı geçmişe götürmeye yetiyor.
Yerleştiğim hostelin adı: "Hotel Estambul". Soruyorum sahibesine; neden bu isim? Uzun uzun anlatıyor. Çok anlamıyorum ama sürekli olarak anladığımı ima edecek şekilde kafamı sallıyorum. Otel sahibesinin babası vakti zamanında bir Türk ile birlikte çalışmış. Çok iyi arkadaş olmuşlar. (Lakin bu ortaklaşmanın ve bu çalışmanın hangi ülkenin hangi şehrinde gerçekleştiğini sormadım) Otelin adını arkadaşının anısına koymuş.
Quito'daki hostelden çok daha bakımlı ve güzel. Üstelik daha da ucuz (7 usd). Ekvator'da gördüğüm pek çok tarihi bina gibi bu da açık bir avluyu dönüyor. Avluya bakan açık koridoru olan dikdörtgen forma sahip kagir bir yapı. Üç katlı, fakat üçüncü kata çıkan merdivenler karşıma çıkmadılar. Belki de oda sandığım bir mekanda, oda kapısı sanığım bir kapının ardındadır. Kaldığım oda ile ortak duş ve tuvaletlere açılan antrenin tahta döşemesi her adımımda gıcırdıyor. Sanırım ne bu ses ne de bu sesi asgariye indirmek için attığım özenli adımların çilesi aklımdan hiç çıkmayacak.
Üç gece kalacağım burada. bir gün Cotopaxi'ye, bir gün Quilotoa'ya ve bu ilk gün de şehri gezmeye ayıracağım.
Aslında zamanlama olarak kötü bir günde geldim Latacunga'ya. Nedendir bilmiyorum ama bütün dükkanlar kapalı. Hostel sahibesi karnavaldan dolayı olduğunu söylüyor. Yarın karnaval günüymüş. Cotopaxi'ye tırmanacağım günle çakışması benim adıma talihsizlik. Belki son demlerini yakalarım eğlencenin. Şehri gezerken dikkatimi çekmişti çocukların birbirlerine su fırlatıp durması. Yarına dair bir ipucu imiş. Fotoğraf çekme sevdasıyla ıslanmak ya da ıslanmamak; işte bütün avuntu burada...
Şehrin eski yüzünde dolandıkça içimi bir huzur kaplıyor. Tarih ne denli kanlı geçmiş olursa olsun, geçmişinden arındırılıp siluetleri ile buluşulduğunda yakalanan şey huzurun kendisi oluyor. Özellikle de sokaklar böylesine sessizse... Bitişik nizam kagir binalar, o bir sokak boyu benzerliklerle sıralanmış pencereler, kapılar, renkler, dokular... Bu şehrin insanları da bu sokaklardan geçtiklerinde, acaba böylesi duyguları yaşıyorlar mıdır? Hiç sanmıyorum. Yabancı olmak, turistçe ya da entelektüel denebilecek arayışlarla sokakları adımlamak öyle görünüyor ki bu bakışlara sebep. İstanbul'da da Balat'ta, Kadırga'da, tarihi yarımadada yürürken benzer duygulara kapıldığım olurdu. Kimi zaman ise iş telaşı, zamanın hızı, hayatın gündelik ve ivedi sorunları geçit vermezdi tatlı bir tebessüm eşliğinde siluetlerin seyrine dalmaya. Ezilenleri, dışlanmışları görmekten, siluetlerin sessiz şarkısını dinlemeye yer kalmazdı kimi zaman. Ve gördüğüm her ne olursa olsun dışarıya ait (dolayısı ile de yabancı) ve entelektüel bir kimlik kuşanmış (dolayısı ile de kendiliğinden olmayan) gözlerle görülendi. İstanbul'da ya da burada gözler aynı göz, bakan aynı insan... Mekanın sahibi gözler ise eminim ki kurtulmak istiyorlardır içinde yaşadıkları dokudan. Onların gözleri gökdelenlerdedir... Hayatın ve modern toplumun acımasız çelişkisi bu.
...
(05.02.2008) VOLCAN COTOPAXI
Sabahın erken saatinde geliyorum tur firmasının önüne. Bir gün önce görüşmüştük. Tek başıma bu tura çıkmam imkansız gibiydi (Yol çok uzundu ve milli parka araçsız giriş yapılmıyordu) Diğer taraftan tur firması ile tek kişilik anlaşma yapmak da mali açıdan sıkıntı yaratıyordu. (Zirve tırmanışı için 200 USD) Neyse ki şansım yaver gitmişti ve ben firma yetkilisi ile görüşürken Amerikalı bir çift de bu tur için danışmaya gelmişti. Üçümüz ortaklaştık. Kişi başı 45 USD karşılığında anlaştık ve şimdi yoldayız.
Rehberimizin adı Don Marcelino. Elli yaşından geçkin, yüzünden bilgeliğin ve sevecenliğin aktığı bir insan... Yol boyunca bize geçtiğimiz bölgelerin isimlerini, haklarındaki kimi ayrıntıları anlatıyor. Milli parka giriş yaptıktan sonra karşımıza çıkan sisin dağılması için büyü yapıyor. Ve böylece büyünün ve anlatının eşliğinde varıyoruz ilk durağımıza. Burası milli parkın müze binası. Ahşaptan yapılma, tek mekandan oluşmuş küçük bir bina. İçerisinde Cotopaxi Volkanı hakkında bilgiler bulunan grafik afişler, milli parkı ve dağı anlatan bir adet maket, kartpostallar ve bir kaç tane içi doldurulmuş hayvan (bir condor, bir tilki ve bir geyik) var. Rehberimiz bahçedeki kimi bitkiler hakkında bilgi veriyor. Bazılarının endemik özelliği varmış. Bir tanesinin adı 'Sauco' /Solanum oblongifolium. Vagual adındaki ağaç kağıt yapımında kullanılıyormuş. İyileştirici niteliği olan bir ağaçtan bir kaç yaprak alıp alamayacağımı soruyorum. Marcelino kendi elleriyle usulca kopararak veriyor yaprakları. Latin Amerika’dan İstanbul'a yol arkadaşım olacak ilk yapraklar, bu şekilde sözlüğün sayfaları arasındaki yerlerini alıyor.
Müzede bir başka yerli ile karşılaşıyoruz. Don Marcelino'nun arkadaşı olan bu adam bir şamanmış. Elini karnımın üzerinde tutarak bir şarkı mırıldanmaya başlıyor. Şaman duaları oldukça mistik ritimlere sahipler... Neler dediğini anlayabilmek, şarkıyı ve sesi kaydedebilmek isterdim. Ancak her şey bir anlık şaşkınlık ve mutluluk hızında gelişti.
Yeniden binerek jeep'imize devam ediyoruz yolumuza. Bulutlar hafif hafif dağılıyor. Don Marcelino manalı bakışlarla gülümsüyor bana. Bu dağılmanın büyüden kaynaklandığına inandıracak denli güzel bir gülüş... Fotoğraf çekmek için yer yer durarak, engebeli arazide ağır ağır ağır ilerleyerek çıkıyoruz yukarıya. Jeep ile gidilebilecek son noktaya kadar...
Cotopaxi Volkanı 5900 metreye yaklaşan bir yüksekliktedir. Bizim durduğumuz nokta ise 4400 metre imiş. Karşımda kül ve yanmış kayalardan oluşan kızıl-kahverengi dik bir yamaç var. 4800 metre rakımda kurulu olduğunu öğrendiğim tek katlı büyükçe bir binanın seviyesine kadar devam ediyor. Binadan sonrası ise kar ve buzulla kaplı daha dik görünen ikinci bir yamaç... Bu bina zirve tırmanıcıları için yapılmış. Oksijensizliğe ve basınca vücutlarını alıştırmak için bir gecelerini burada geçiriyorlarmış. Böylesi bir yükseklikte ağaç bulunmaz. Sadece otlar ve küçük çalılar ki onlar da arabamızın park ettiği yerde sona eriyorlar.
Don Marcelino dönmemiz gereken saati söylüyor ve biz onu arabanın yanında bırakarak yürümeye başlıyoruz. Amerikalıların kondisyonları çok iyi. Teçhizatlarından da anladığım kadarı ile profesyonel dağcılar. (Binada yemek molası sırasında konuştuğumuzda Şili'deki oldukça yüksek bir dağa tırmanış amacıyla antreman yaptıklarını söyleyerek bu düşüncemi doğrulamışlardı) Doğal olarak geride kalıyorum. 20-25 metre yol alıp 2-3 dakika dinlenerek yürümek zorundayım. üstelik yamacı dikine tırmanmak bir çılgınlık olacağından geniş zigzaklar çizerek yürüyoruz. 400 metrelik yol uzadıkça uzuyor. Ama neticede başlayan her şeyin bir sonu var. Nihayet binanın taş bahçesinde kollarım bahçenin alçak duvarına yaslanmış manzaranın seyrindeyim:
Gördüklerim nasıl dile gelir bilmiyorum. Soğuk ve sert esen rüzgarın içinde bulutlarla yüz yüze, dünyanın üzerindesiniz. Bulutlar ara ara açıyorlar perdelerini ve dünyayı görüyorsunuz. Müzede gördüğüm tilki-çakal karışımı hayvan işte 15 metre kadar aşağımda kayaların arasında dolanıyor. İnsanlara ve insan atıkları ile beslenmeye alışmış. Kendisine doğrultulmuş objektifleri umursamıyor.
Daha da yukarılara çıkmak arzusu ile doluyor yüreğim. 200 metre kadar bir mesafeyi daha tırmanıyorum. Başımın dönmesine, tansiyonumun düşmesine aldırmadan... uzun molalar, kısa adımlarla... Artık buzulların eşiğindeyim. Daha ötesine bu teçhizatla istesem de tırmanamam. Bir kayanın üzerine oturuyorum. Bulutlar bir kapanıyor bir açılıyorlar. Bense romanımdaki şamanım, kuzeyin hikayesindeyim. Bir akbaba gibi göğe kanat açmak, bir condor gibi gökte süzülmek istiyorum. Öylece gözlerimi kapatıyorum.
İniş her zaman için çıkıştan kolaydır. İniş vaktimiz çabuk geliyor ve hızlı adımlarla gerçekleşiyor. Marcelino o hiç eksik olmayan gülüşü ile selamlıyor bizi. Yeniden binip jeep'e dönüş yoluna koyuluyoruz. Bu yemyeşil, bu alabildiğine geniş vadiyi gelirken neden görmedim? Sisten mi? Yoksa farklı bir yoldan mı dönüyoruz? Bilmiyorum. Bildiğim tek şey manzaranın seyrine daldığım... Hiçbir şey düşünmeden, hayranlıklar içinde bakakaldığım... Küçük bir gölün kıyısında kısa bir mola ve yeniden jeep... Oysa ne çok isterdim 'ben yürüyerek geleceğim siz gidin' diyebilmeyi.
Bir kez daha kapanıyor arabanın kontağı. Don Marcelino küçük bir ağaç kümesinin içinden geçiriyor bizi. Tabii ki buradaki bazı ağaçlar ve çalılar hakkında bilgi vermeyi ihmal etmeden.. Topladığı naneleri koklamamız için bize pay ederken 'siz bu patikadan yürüyeceksiniz ben sizi aşağıda bekleyeceğim' diyor. Uyuyoruz denilene. Patikanın sol yanı derin bir kanyonla sınır oluşturuyor. Sağ yanımız ise ağaç kümeleri ile kaplı. Her bakış noktasında durarak, farklı görünen her bitkiyi koklayarak yürüyoruz. Doyumsuz esintiyi yanımıza alarak... Hayallerimizi ve umutlarımızı manzaranın eşsizliğine serpiştirerek... Müzenin bahçesine vardığımızı geç de olsa fark edip rehberimizin gülüşü ile karşılaşana dek...
Mutlu ve yorgun bir halde binerek aracımıza ayrılıyoruz milli parktan. Rehberimiz karnavaldan dolayı anayolda trafiğin tıkalı olacağını, bu nedenle de arka yollardan bizi şehre götüreceğini söylüyor. Farkında değil belki ama bana son büyük güzelliğini böylece yapmış oluyor. Kızılderili köylerinin içinden geçiyoruz. Tarlalar, tarlalarda çalışanlar, sokaklarda oynayan çocuklar... Yoksul, doğal, içten... Yerliler yüzyıllar boyunca değişmeyen bakışları ile oradalar. Mahsun, hüzün dolu ve mağrur... Meraklı, çekingen ve derin... Onlarla birkaç saati birlikte geçirmek... ne güzel bir düş!
Ve karnaval... Ne bir geçit töreni ne de kostümlü insanlar gördüm. Kamyonetlerin arka bölmelerine yerleştirilmiş fıçılar ve variller dolusu su ile bu suları birbirlerine fırlatmaya çalışan insanlarla dolu her yer. Çatılara, kapı arkalarına, duvar diplerine ellerinde su dolu taslarla pusu kurmuş insanlar gözlüyor yolları. Anlıyorum ki bu adını bilmediğim karnaval bir şehrin (belki de bir ülkenin) su savaşı şenliği. Yayaların hiç şansı yok. Çatıları kollarken yollardan, sokak aralarından ya da kamyonetlerden fırlatılacak sulardan kurtuluşları imkansız. Yediden yetmişine bir şehrin ve belki de bir ülkenin insanlarının katıldığı bir oyun bu. Kahkahalar içinde ıslatıyorlar birbirlerini. Bana en komik gelen ise kamyonetlere düzenledikleri saldırılar. Çünkü kamyonetler ve kamyonet savaşçıları en azılı düşman olarak görülüyorlar. Doğaldır ki bizim jeep'de yeterince nasibini alıyor sudan. Neyse ki küçük bir dalgınlık dışında genellikle camlarımızı kapalı tutmayı başardık. Eğlenceye ortak edilmek güzel bir duygu. Ve ben karnaval denilenin böylesi bir şey olacağını asla ummazdım.
Bu toprakların insanlarının yaşamlarına dair her gün yeni bir şaşkınlıkla yüz yüze kalıyorum. Hayranlığım ve üzüntüm iç içe büyüyor. Hayran oluyorum çünkü hayatları dalgalı bir deniz gibi kaotik. Karnavallar, tarih, varoşlar, bitmeyen gülümsemeler, bitmeyen süprizler büyük bir zenginlik... Üzüntüm büyüyor çünkü tarihsel seyrin son halkası olan neoliberalizm dahil, İspanyol istilasından bu yana bitmeyen, dinmeyen bir talan var. Afrika'yı görmedim lakin buradaki doğal kaynak zenginliğinin bu coğrafyanın insanlarının, özellikle de yerlilerin mahvına sebep olduğu çok açık. Ve biliyorum ki yetinmeci, eylemsiz bir hüzün, camide, kilisede, sinagogda dua etmek gibidir. Vicdanı rahatlatıp, sorumluluğu ortadan kaldırır. Ne vicdanım ne de kalbim yetinmeci olmalı... Bir emekle beslenmeli muhakkak; bir çığlık, bir yumrukla...
Şu anda bedenimin en güçlü parçası kalem tutan, deklanşöre dokunan parmaklarım. Benim için, sorumluluklarım adına akmalı kağıda, ışığı ve duyguyu buluşturabilmeli kağıtla. Ve paylaşmalı ve ulaştırabildiğince ulaştırmalı... Ve dinmeden, ve yorulmadan uğraşmalı...
...
(06.02.08) QUİLOTOA
Yine saat sabahın 8.00'i ve yine aynı tur firmasının önündeyim. Bu sefer yolculukta bana rehberlik edecek kişinin adı Louis. Kırk yaşlarında sakin yapılı bir insan. Cotopaxi yolculuğuna nazaran döküntü sayılabilecek pikaba atlıyor ve çıkıyoruz yola. Latacunga'dan Cotopaxi'ye doğru bir miktar gittikten sonra batıya sapıyoruz. Yemyeşil bir doğa ve köyler ve köyler... Döne döne bir dağı tırmandığımız sırada Louis bana çok uzaklardaki bir duman kütlesini gösteriyor. Bulutları deliyor gri duman. Tungurahua Volkanı (5016 metre) faaliyete geçmiş. Gümbürdemeleri bu denli uzaktan duyulabiliyor (Louis'in dediğine göre 90 km uzağındaymışız). Bir kaç fotoğraf karesi almak istiyorum. Durduruyor uygun bir yerde arabayı. Manzara tarifsiz. Aşağımda sere serpe bir yeşillik, yeşilliğe dağılı minicik köy kümeleri ve uzaklarda iki dağ; birisi karlı tepeleri ile Cotopaxi, diğeri homurdanarak püskürttüğü gri dumanlarla tungurahua deliyorlar pamuksu bulutları. İki volkanın arasında kalan uçsuz ova evler ve tarlalarla, yeşilin her tonu ile, kare kare desenlenerek işli bu tabloya.
Yol uzun. Devam ediyoruz. Bir yılan gibi kıvrılan, aşamadığı her engelin (bu kah bir kanyon, kah bir kaya, kahi bir şelale oluyor) etrafını dolaşarak ilerleyen yol, başımı döndürüyor. 100 metre gidebilmek için 300 metre gidiyoruz. Ama razıyım bu duruma. Çünkü uzadıkça yolum, tarlalarda çalışan yerlileri, çobanları, lamaları ve o sazdan kulübeleri her biri farklı bir fotoğraf karesiymişçesine farklı bakışlarla yakalayabiliyor, nefes nefes içime çekebiliyorum.
Sazdan kulübeler... Her tarlanın kıyısında bir tane var. Louis bu kulübelere 'Chosa' dendiğini söylüyor. Dediğine göre içlerinde tarlalarda çalışan köylüler (ki hepsi kıta yerlisi) yaşıyorlarmış. Hepsi tek göz odadan ibaret, bazıları öylesine küçük ki üç kişi yan yana zor sığar. Nasıl yatacaklar? "Mutfak, yatak alanı, yaşama alanı hepsi o gördüğün tek göz" diye cevap veriyor bana. "Hayvanlar da chosa'nın içinde sahipleri ile birlikte barınır" diyerek ekliyor.
Aslında mekan boyutu bu denli küçük olmasa algılanması pek de zor bir durum değil. Çocukluk zamanlarım, üvey babaannemin yanında köyümün yaylasında geçirdiğim günler geliyor aklıma. Nihayetinde bizim yaylamız da tek göz odalardan teşkil evlerden oluşuyordu. Hem salon, hem yatak odası hem de mutfak olan bu mekanda iki-üç adet inekle birlikte geceliyorduk. Ben, ağabeyim, babaannem ve bazı zamanlarda yanımıza gelen amcam... Tuhaftır ki annem ve babamın o yayla evinde yanımızda geceyi geçirdiği bir gün yok hafızamda. Hatırlayabildiğim tüm görünümler taş evin taş duvarlarının yarıklarından ve daha da önemlisi ocak yerinin üstünde baca vazifesi görmek üzere düz toprak damda açılan kare biçimli delikten süzülerek içeri dolan ışık huzmeleri gibi… O huzmelere elimi tutardım. Beyaz ve avucumun içinde yuvarlaklaşan parlaklığı yakalardım. İneklere pek yaklaşmaz onlar içeride iken kapıda dururdum.
Chosalar her ne kadar yayla evlerine benzeseler de çok farklılar. Çok küçükler. Baktıkça acaba toprağın altında genişliyorlar mı diye sormaktan kendimi alamıyorum. Birbirlerinden metrelerce uzaktalar. Köyde tarlalarda orakla biçilen, yaba ve tırmıkla öbekler haline getirilip traktöre-kağnıya yüklenecekleri vakti bekleyen ekin yığınları bile daha yakındır birbirlerine. Yaylamız ise zaten bitişik nizam evlerden örülü bir mahalle gibiydi. Böylesine bir başına, böylesine derme-çatma gözükmüyordu.
Yol boyunca sürekli olarak lamalar, koyunlar ve eşeklerle karşılaşıyorsunuz. Tabii ki çobanları da yakınlarında… dikkatlice selamlıyorlar bizi. Chosaları geçtikten sonra birbiri ardına sıralanmış köylerden geçiş seremonimiz başlıyor. Karadeniz'de gördüğüm köyler gibi buradaki köyler de birbirlerinden uzağa kurulmuş evlerden oluşuyor. Arada sırada denk geldiğimiz kasabalarla görüntü tamamlanıyor. Dağların bitimleri ve ovalar kasabaların yurdu; dağların yamaçları ise köylerin.
Derin ve uzun bir kanyona paralel giderek devam ediyoruz yolumuza. Yol boyunca kıpkırmızı çiçekleriyle kaktüsler, kaktüslerin ardı sıra uzanan yeşillikler boyunca kimisi işinin gücünün derdinde, kimisi serilmiş çimlere siesta yapan yerliler... Kimisi umursamıyor aracımızı, kimisi ise merakla bakıyor peşimiz sıra.
Araba hareket halindeyken bir kaç fotoğraf çekiyorum. Louis istediğim anda durabileceğimizi söylüyor. Aslında hoş fikir inip biraz yürümek, ama yaklaşık bir buçuk saattir gidiyoruz ve daha ne kadar gideceğimizi bilmiyorum. Günümün çoğunu krater gölüne saklamak istiyorum.
Ve böylece yeni bir dağı döne dolana tırmanmaya başladık; o aynı siluetler, aynı görünümler arasından geçerek yol aldık. Güneşin bulutların izin verdiği her anda yakıcılığını tepemizde hissettirişi altında sonunda Quilotoa tabelasını gördüm. Zaten yer yer düzgün bir asfalt yer yer de savaş yaraları ile dolu stabilize bir yol konumundaki eğri büğrü çizgi de burada bitiyordu.
Aracımızı yolun bitiminde başlayan toprak zeminli futbol sahasının korner noktasına park ederek yürümeye başladık. Rüzgar üşümemize neden olacak denli sert, güneş ise yakıcı idi. İki insanın yan yana yürümesine izin vermeyecek genişlikteki yarıktan geçerek devam ettik yolculuğumuza. 30-40 adım bu yarığı geçmek için .. ve işte Quilotoa...
Dört tarafından dik ve yüksek tepelerle kuşatılmış olan krater gölü tüm ihtişamıyla aşağımızda duruyordu. Göle inmek için bir tek patika yol vardı. Nedendir bilmiyorum ama ilk başta inmek istemedim. Louis, şaşkınca bana bakıyordu. Göl bulunduğumuz noktadan destansı görünüyordu ve ben emindim; kıyısına indiğimde çekiciliğini yitirecekti. Yitirmek istemiyordum.
Kısa bir konuşma sonrasında inmeye ikna oldum. Dönüş yolculuğuna akşam 4.00'de çıkacaktık ve başkaca bir ziyaret yerimiz yoktu. İki saat geliş, iki saat dönüş dört saatte gölün etrafında dilediğince dolaşma şeklinde yapılmış program. Aşağıda geniş açı kullanarak iyi kareler yakalayabilirim düşüncesi ile kendimi motive ederek Louis'e "tamam" dedim.
Ve böylece Louis arabanın başına, ben de o tek patika yoldan döne dolana aşağıya doğru inmeye yollandık. İtiraf etmeliyim ki iniş yolunun kimi noktalarında, özellikle de kayalar arasından geçiş sağlayan koridorlarda ürpererek ilerledim. Sanki her an bir puma o kayalardan üzerime atlayacakmış hissi içinde, gözlerimi kayaların tepelerinden ayırmaksızın sürdürdüm inişimi. Bir yandan da iyi ki termal içlikleri giymemişim, çantamı hafif tutmuşum diyerek teselli buluyordum. Öyle ki ben inerken çıkış yapmakta olan iki turist kızın hali içler acısıydı. Sırtlarında kocaman çantaları, ayaklarını sürüye sürüye ilerliyorlardı (daha sonra düşündüğümde çıkışta bu şekilde yürümenin çok akıllıca olduğunu anlayacaktım. Çünkü nefeslerini kontrol etmelerini sağlıyordu)
Bir kez daha ispatlanmıştır ki iniş her zaman çıkıştan daha kolay ve daha hızlıdır. 15 dakikada kıyıya varmıştım. Düşündüğüm gibi: Daha az cazip... Fakat böylesi bir gölün kıyısında öğle yemeği yemek de büyük bir keyifmiş; anladım. Bir kaç fotoğraf, lamadan portre, ağacın gölgesinde serinlik, boğanın beni delen bakışları, benim boğanın bağlı olduğu ipin mesafesinin dışında olup olmadığıma dair hesaplarım, kısa bir kıyı yürüyüşü.. ve derken çıkış vakti...
İşin zor kısmına, güzelliğe ulaşmanın bedeline merhaba! Cotopaxi tırmanışımın bir tekrarı gibi gelişiyor her şey. Hızlı adımlarla başladığım tırmanış eğimin az olduğu kısa mesafe boyunca sorunsuz geçiyor. Gerçi turist kızlar gibi ayaklarımı sürümedim hiç ama onlar gibi süreklilik de arz etmedi tırmanışım. 20-25 metre boyunca atılan adımlar sonrasında 2-3 dakikalık soluklanmalarla... (Aslında bu benim tercihim değildi. alışkanlığımın sonucuydu. Yetersiz oksijen ve daha da yetersiz kondisyonun varacağı tek konak!) Tırmanışım sırasında karşılaştığım ve gülümsemelerle selamlaştığımız turist çifte içimden "ben sizi tırmanırken de görürüm" demekten alamadım kendimi. Böylece 15 dakikalık patika artık bir saatten daha uzun süren patikaya dönüşür. Bana çok hoş bakış noktaları ve çekim açıları sunmasını bedelini zorluğuyla ödetmiştir. İki yerli çocuğunu, atlarını göl kıyısına indiren yerliyi ve gölün kenarında bana serinliğini veren yalnız ağacı bu açılarla yakalayıp fotoğrafladım.
Louis'in yanına vardığımda daha gezip gezmeyeceğimi sordu. Neticede hala vaktimiz vardı. Gezeceğim. Ancak nereye? Bir kenarı göle bakan ve gölü kuşatan sarp tepelerin zirvesince dolanıyor izlenimi veren patikaya çevirdim adımlarımı. Güzel bir yoldu. Ne var ki karşılaştığım her yerlinin avuçlarını uzatarak para istemesi ve üstelik çok fazla ısrarcı olmaları insanı ziyadesiyle boğan bir durum. Hele ki bir de fotoğraflarını çekmişseniz artık yaşadığınız eziyete ısrar diyemezsiniz. Üstümde bozuk para yoktu. Olsa bile vermem doğru bir tutum olmazdı. Çünkü bir kere para verirsem bir tanesine, tüm köy ardıma düşerdi. Isrardan usananın yolu kısa olurmuş. Geriye köy içinde kısa bir tur ve sonrasında ellerim cebimde, başım önümde arabaya dönüş kalıyor.
Saat henüz öğlen sonrası olmasına rağmen dönelim diyorum Louis'e. Daha gezecek bir şey yok ve geliş yolumuzdaki enstantaneler zihnime doluyor. Manzaranın, yerlilerin, hayatların seyrine dalarak dönüyoruz.
Dönüş yolunda karşılaştığım en ilginç olay okul çıkışı evlerine dönen çocukların görüntüleri oluyor. en büyüğü 12-13 yaşlarında olan bu çocukların halleri Türkiye'deki köy okullarının hikayelerine benziyor. Bir köyden bir köye 3-4 km, belki de daha uzun bir yol... Hani benim ülkemde de özellikle kışları gazetelerde boy boy yer alır ya haberleri; Her gün 5 km yürüyerek okuluna giden çocuğun başarı hikayesi... ya da tersine o hikayedeki hüznün, hüzün dolu bir şarkı eşliğinde kelimelere dökülmesi.. İşte öyleler. Oysa bu konudaki en güzel sözü Galeano söylüyor:
"Yoksulluk hakkında konuşmaktan en çok hoşlananlar entelektüellerdir"
Benim gördüğüm çocuklar bir yoksulluğun hüzün dolu ezgisi eşliğinde yürümüyorlar. İhtimaldir ki bunu düşünmüy0rlar bile. Bu ülkede en alışıldık durum yoksulluk. Kırda, okula gitmek uğruna asfalt yol boyunca 3-5 km yürümek sadece bir alışkanlık... Geriye kalan çocuksu oyunlar... Araba yoluna, arabalar için çok tehlikeli olabilecek taşları yuvarlamak, şakalaşmak, arabalara el sallamak... Ve arabadakilere, bana bir umut bir hayal bırakmak...
Bu öyle bir umut ve öylesine bir hayaldir ki farkında olunmayanın farkındalığı, farklılıkların sentezi, hüznün tebessümüdür.. Hani o bildiğimiz çocuksu, saf tebessümler...
"Bir gün mutlaka"
...

Kimi İsimler
Sebastian de Benalcazar (Conquistador)
Antonio Sucre
Eloy Alfaroy
Simon Bolivar
Ruminyahui
Huayna Capac
Miguel de Santiago (Ressam)
Jaime Zapata (Ressam)
Espino blanco - Espino negro (Kaktüs türü)