17 Ağu 2009

ŞİLİ: "İNSANLAR DÜŞLERİ KADAR BÜYÜKTÜR" *



“Demetrius korktu kaçtı kavgadan. Silahlarını da kaybedip eve vardığında annesi bir mızrak sapladı oğluna.Ve şöyle dedi: -Öl! Ve sen Sparta, sütünde korkaklar beslendi diye adına, utanma”(Cyzicus’lu Erycrus)2


Gün yavaş yavaş ağarıyor. And Dağları, ağaran günde beyaz bir denizi kaplayan adalara benziyor. Mendoza’yı geride bıraktıktan sonra karşılaştığım kasabalar bir özlemin tasvirleriydi. Metropollerin fırtınalarından el çekme vakti geldiğinde sığınacağım limanlar olacaklardı. Limanların peşi sıra uzanan bu dağlar ise, sabahın sisinde, bir ütopyayı tarif ediyorlar. Güzeldir bütün ütopyalar. Ne var ki onların, zihinde ve eserde daima kimsesiz ve mistik topraklara inşa edilmesi şeytanın gizlendiği bir ayrıntı. Öyle ki ‘varolmayan güzel ülke’*, bu ayrıntıda, varolmayacak ülke ile özdeşleşmiştir. Zaten tersini deneyenler de kaybetmemiş miydi? Bir zamanlar Şili’de...

Unidad Popular (Halk birliği) kazamış seçimleri. İmkansızı isteyenlerin cümleleri süslüyor duvarları. Aynı esnada bir başka ülkede, Kissenger adlı bakan bir basın toplantısı düzenliyor: “Bir ülkenin, halkının sorumsuzluğu yüzünden komünizme kaymasını niçin elimizi kolumuzu bağlayıp seyretmek zorunda olduğumuzu anlamıyorum”.3 “Yaşatmazlar rüyaları” diyenlere gülümsüyor şeytan. Gücüne güvenini yitiren cesaret, güce taparmış. O bedenler ki yazgıları başkalarının düşlerindedir.

Daha önce de dağ yollarından geçmiştim. Ancak hiçbirisi And dağları denli zorlu değildi. Sorumluluğu kış koşullarına yüklemek, yalçın kayalara haksızlık. Otoyol bu kayalar yüzünden herbiri diğerinden çetin kıvrımlarla, ancak uzayabiliyor. Paralelindeki tren yolu, belli ki artık kullanılmıyor. Rayları ve trenleri çığdan korumak amacıyla ahşap duvarlar örülmüş. Duvarlar, yıllara yenilmiş. Harabelerle besleniyor manzara; büyülü bir gerçekliğe dönüşüyor. Ve büyülü dağların ardında, şarabi tarlaların bitiminde belirecek Santiago de Chile.

Santiago’da kaldığım bir hafta süresince bana ev sahipliği, rehberlik ve yoldaşlık yapacak olan Fernando terminalde bekliyor. Bolivya’da tanışmıştık onunla. Dostluklar yıllara muhtaç değilmiş, Bolivya’da öğrenmiştik. Geleceğimi haber verdiğim gün hazırlamış gezi programını. İlk önce başkanlık sarayının bulunduğu meydana gidiyoruz. Işıl ışıl duruyor saray. 1973 eylülünde vücudunda açılan yaralar kapatılıp yeniden eski güzelliğine kavuşturulmuş. Ya yüreğindeki yara? Salvador Allende mağrur, heykeli sarayın yanıbaşında. Meydanı çevreleyen binalara gezgin gözüyle bakamıyorum. Başımı her çevirdiğimde gözlerim ve burnum barut kokusuyla doluyor.

Başında bir miğfer, başkanlık sarayının önünde duruyor Allende. Uçaklar bomba yağdırıyorlar. Az sonra yol arkadaşlarına “siz inin ben de geliyorum” diyecek. Sonrasını kimse bilmiyor. Tartışmalar intihar mı etti, vuruldu mu sorusunda odaklanmış. Oysa bir halkın tercihi düşleri tutsak etmeyen feda karşısında tetiğe hangi parmağın dokunduğunun ne önemi var!

Şili’nin dile getirdiği güzel sözlerin belki de en çarpıcısıdır Allende. Fakat tek değildir. Pablo Neruda, Violetta Parra, Victor Jara, Gladys Marin... Hepsinin yanına varacak, bu güzel sözleri yaşatan ‘hayata teşekkür’* edeceğim. İşte Victor Jara; son şarkısını, artık kendi ismini taşıyan bu spor salonunda söylemişti. Portresi tribünlere asılmış. İşte Neruda’nın Satiago’daki evi. Bir ressam, şairi eşi Matilda’nın saçlarına çizmiş. Türkiye’den geldiğimi öğrenen müze rehberi “Nazım Hikmet ile yakın arkadaştı” diyor. Ve işte Santiago Merkez Mezarlığı, Ortaçağ Avrupa kentleri misali surlarla çevrili, karşımda duruyor. İnsan, mezartaşının büyüklüğünce önemli olsaydı eğer Santiago mezarlığını dolduran işadamları, bürokratlar ve generaller dünyanın en çok önemsenen insanları olurdu. Küçük bir tapınaklar ülkesini dolaşıyor gibiyim. Şaşkınlığım yüzüme yapışmış ilerlerken, ardığım isimleri bulmam zor olmuyor. Çünkü onlar yaşamları gibi mütevazi mezarlarıyla hemen farkediliyor. Birer karanfil başuçlarında, hiç solmuyor.

Programın son aşamasında “Villa Grimaldi” adlı park var. ‘Bellek parkı’ diyor Fernando. Unidad Popuları oluşturan partilerin amblemlerinin önünden geçiyoruz. Küçücük bir kulübede, bir kırık gözlük, bir kravat ve birkaç el yazması özenle dizilmiş raflara. Yanısıra yükseliyor ahşaptan yapılma nöbet kulesi. Duvarlarındaki karakalem resimlerde, elleri arkadan bağlanmış insan görüntüleri... Bir gül bahçesi; pek büyük değil ama pek güzel. Güllere bitişik konmuş ahşap plakaların üzerlerinde kadınların isimleri... Ve parkı sınırlayan duvarlarda genç insan yüzleri... Çıkışta parkın eski halini gösterir maket duruyor. Bir zamanlar bu alanda diktatörlüğün istihbarat binası bulunurmuş. Pekçok hayata, düşlerini teslim etmedikleri için burada kıyılmış.

Bellek Parkı’ unutmaya karşı direnç olmaktan öte anlamlara sahiptir. Çünkü biliriz ki bir durumu değiştirebilmenin önkoşulu öncelikle onun gerçekliğini kabul etmektir. Şili’nin yırtmadığı sayfalarında Türkiye’ye ait hüzün doğuyor. Benzer acılardan geçen ülkemde benzer bir parkı tasavvur ediyorum. Demetrius’un, kaybettiği silahlarını yeniden kuşanması, demetriuslara karşı ülkesiymişcesine parkını savunması gerekecek.

Neruda’nın İsla Negra (kara ada) ve Valparaiso’da iki evi daha var. İsla Negra’daki ev pasifik kıyısında. Yağmurlu bir günde varıyoruz alalade görünümlü bu sahil evine. Oysa içi şairin şiirleri denli güzel ve zengin. Aşıkmış denize Neruda. Ama korkarmış mavi atlastan. Düşünmüş ve aşkını evine taşımaya karar vermiş. Ev deniz kabukları, gemi aletleri ve binbir renkte cam eşyayla dolu. Son saatlerini geçirdiği yatağın başındayız. Kanserden öldügünü söylüyor rehber. Okyanusun kayaları dövüşünü izliyorum. ‘Kahrından öldü bence’ diyorum.

Valparaiso’daki ev bir tepeden mavi atlasa bakıyor; cephesi sade, odaları küçük ve bahçesi büyük. Pasifik ayaklarınıza geliyor. Şilililerin inanışına göre bu okyanusun dalgaları, büyücülerin yosundan yapılma gem vurarak sürdükleri ağızları köpüklü atlarmış. Dalgalar saldırılarını, büyücülere inanmayan koca kayalara yöneltir ve taştan kaleler bu saldırıya uzak, bir küçümseme ile boyun eğerlermiş.

Belki de büyücüleri küçümsedikleri için Vina del Mar’ın kıyılarında kaya yok. Belki de insanların taşlara saygısı tükendiği için... Neticede dalgalar burada plaj kumlarınca emiliyor. Diğer yandan Vina del Mar, İsla Negra ve Valparaiso’dan sadece plajıyla ayrılmıyor. Modern mimari örneği çok katlı binalar ve ‘modern hayatın’ mekanları casinolar da ayrılık yaratıyor. İsla Negra ıssız sayılırdı. Yazlıkçı ve/veya kampçı bölgesine benziyordu. Latin Amerika’da çam ormanı olduğunun orada ayırdına varmıştım. Valparaiso, Şili’nin tarihle kurduğu bağ hüviyetindeydi. Sarıyer-Rumeli Kavağı arasındaki güzergahı anımsatmıştı. Oysa üçüncüsü son yüzyılın kentiydi. Pasifiğin hırçın mavisi çağırmasa gitmeye değmezdi. Ben o sese büyülendim.

Radyodaki son konuşmasında ‘Hiç kuşkunuz olmasın ki geç değil, erken bir gelecekte yeniden büyük yollar açılacak ve özgür insanlar bu yollardan geçerek daha güzel bir toplum kuracalardır’ demişti Allende. İnsansız mekanlar ve imkansız zamanlardan bahsetmiyordu. O toplum ki izleri kültürde ve tarihte yaşamayı sürdürüyor. Anlamak için görmeli, görmek için hissetmeli... Anladığında yürek, kentler, insanlar ve paylaşımlar farklılaşır. Kimsesiz adalara sığınan kaçıştan vazgeçilecektir. İzleri toplamaya çalışmaya devam etmeliydim. Böylece Fernando ile o aynı terminalde vedalaşıyoruz. Atacama’ya çeviriyorum rotamı.

Atacama çölü nitrat yatakları keşfedilene değin bir topraktan ibaretmiş. Nitrat herşeyi değiştirmiş. Çıkan savaşta Peru güney parçasını, Bolivya ise deniz ile olan bağını yitirmiş. Çölde gecelerin dondurucu soğuğu gündüzün kavurucu sıcağı ile durmadan yer değiştirir. Suyu bulmak düşmanı bulmaktan zordur. Öyleyse çöllerde süren savaşlarda kimdir silahı elinde tutan?

Atacama’da iklim insansızlığı, coğrafya kentleri izah ediyor. Tabiatın yaratısı formlar ve nitrat bu izahın özetleri konumundalar. Nedendir bilinmez, ilk önce yerli kabileleri gelmiş. Kıt su kaynaklarına yakın kurmuşlar köylerini. Sonra üç ulusun işçileri ve daha sonra turistler onları takip etmişler. Gezginlerin kafilesine katılıyorum. Sabahın dördünde yola çıkıyoruz. Gayzerlerden püsküren duman ve su, günün ilk ışıkları altında canlı. Heybetli volkanlar araziye yayılmış, yeryüzünün sürreal dokusunu tamamlıyorlar. Gökyüzü bilimiyle uğraşanlar dünyada yıldızların en iyi izlenebildiği bölgelerin Peru ve Şili olduğunu yazarlar. İnsanın Ay’a, villa de la Luna dışında nerede daha fazla yakınlaşılabileceğini okumadım kitaplarında. Günbatımları her zaman güzel renkler sunmuştur. Akşam kızıllığının volkanlarla buluşması sonucu oluşan tabloyu emsal tablolarla kıyaslayacak oranda tanımıyorum dünyayı. Seyretmekte olduğum seyrettiklerimin en güzeli. Çölde ata binmek başka bir keyif, kum kayağı yapmak ise macera. Birkaç arkadaş hem keyif hem de macerayı kum tepelerinden koşarak inmekle yakalıyoruz.

İşçilerin kentinin Adıdır İquique. Sırtını çöle, yüzünü pasifiğe vermiştir. Uçsuz bucaksız plajında yürümek, yüreğe işler bir ferahlık. Yürüyorum Bir liman kentinde hayat limanın çevresinde dönermiş. Balıkçıların ve kayıkların arasında dolaşıyorum. Balıkçılara has neşeyle poz veriyorlar objektife. Sorular soruyor, hayatımda ilk defa gördüğüm balıkları satmaya çalışıyorlar. Hiç yengeç yememiştim. İquique’de yengeç elit sofraları temsil etmiyor. Barınağın lokantasında tadıyorum. Şili şaraplarından sonra tadını özleyeceğim yiyeceği böylece not ediyorum. Bu liman sadece balıkçıların evi değil;. foklar, pelikanlar ve martılar da dalgakıranı yuva bellemiş. Barakalardan atılanlarla besleniyorlar. Kentin sakinlerinden biri yaklaşıyor yanıma. ‘Ne kadar güzeller değil mi?’ diye soruyor. Evet, onların yaşamlarına saygı duyan insanla daha bir güzeller. Elimdeki kent rehberinde bulunan Penguen fotoğraflarını gösteriyorum. Göçmen kuşlar penguenler. Omuzumdaki sırt çantasıyla göç yollarına düşmüş bir kuş gibiyim ben de. Terminalde Arica otobüsünü bekliyorum usulca.

Arica’da durmayacağım. Dünya devi bir tröstün çöle yazdığı reklama şaşırmayacağım. İnternetin uydu fotoğraflarından görünenler değil benim aradıklarım. İnsanların yaşadığı mekanlarda ve bilinir zamanalarda varolacak ütopyayı anlamak, hissetmek ve bunun için yürümek...

Eduardo Galeano’nun paragraflarında Fernando Birri ‘o ufuktadır’ diyerek devam etmemiş miydi sözlerine: ‘Ben iki adım yaklaşıyorum, o da iki adım uzaklaşıyor. On adım yürüyorum ufuk da on adım öteye koşuyor. Ne kadar yürürsem yürüyeyim ona asla ulaşamayacağım. Ütopya neye yarar o zaman? İşte buna yarar; yürümeye’

Demetrius kavgadan korkup kaçmıştı. Annesi bir korkağın utancını yurduna ve kendisine taşıtmamak uğruna saplamıştı mızrağını. Değerler başkalaşmış, insanlar değişmişti. Korkanlar sapladılar hançerlerini. Oysa kavramadıkları şey ‘İnsanların düşleri denli büyük olduğu’ ve insanları yoketmekle düşlerin yok edilemeyeceği idi. Hele ki o düşler adımlara güç veriyorsa...


• Ütopya kelimesi aynı adlı romanda Thomas moore’un icat ettiği bir kelimedir. Antik yunancada arazi anlamındaki topos ve iyi anlamındaki önek ile cümleye olumsuzluk katan önekin birleştirildiği ou kelimesinden oluşur. Dolayısı ile kelime anlamı varolmayan güzel yerdir. Ne var ki yanlış bir şekilde ütopya varolmayacak güzel yer olarak tanımlanır.
• Hayata teşekkürler: Violetta Parra’nın aynı adlı (Gracias a la vida) ünlü şarkısına bir gönderme
1. Erneste Che’ye ait söz: ‘Gerçekçi olun imkansızı isteyin. İnsanlar düşleri oranında büyüktür’
2. Gündüz Vassaf’ın 20.01.2002 tarihli Radikal’de çıkan köşe yazısından alıntılanmıştır.
3. Eduardo Galeano: Ateş Anıları Cilt 3.
Ergün ŞİMŞEK
2008 Ekim/ Radikal Gazetesinde yayınlanmıştır

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder