26 Ağu 2009

YOKUŞ YOL

Gece sağır ve kör... Hırçın bir gölge avcısı... Gece çınarların uykusuzluğu kadar derin ve keder verici...

Böylesi bir geceydi; iç çatışmalarının ortasında geçici ateşkes imzalamıştı. Bulup dokunmak, hücrelerine işlemek istediği ışığın tarifinden yoksun, sezgilerinin komutlarına uyarak böylesi bir gecede ve ateşkesin sessizliği içinde almıştı kararını. Karanlıklar içinden bakıldığı zaman, ancak o zaman aydınlığın görülebileceğini düşünmekteydi. Aydınlık denileni düşlemekteydi. Biliyordu, gündüzün tarifi gecede saklıdır. Korkuyordu, herkesin korkusundan ne az ne de fazla. Fakat tereddüt etmedi yine de. Yüreğini dağlayan suskunluk yarasını dindirmek için değil, paramparça etmek, söküp atmak için böylesi bir gecede girdi bilmediği dünyanın derinliklerine.

İlk karar biraz görebilmek, daha çok ise hissetmek üzerine kuruludur. Öyle ki ilgi duyulan görülür ve soruların tanrısıdır ilgi. Sorular ise çoklukla duyulmak istenen cevapları verecek olanlara sorulur. İlk kararın başladığı yerde, bana ait olandan ötede başkasına, başkalarına ait olanlar vardır. O’nun başlangıcı da böyle olmuştu. Kendisini kapının diğer tarafına çeken güç yüreğinin savaşçılarına, savaşın şekillendirdiği sorulara ve sorularının sığınağı olanlara aitti.

Kalenin kapısından dışarıya adımını attığında ilk önce onları, gönlüne payanda kuranları gördü. Sonrasında diğerlerini... Kimisi şehrin sınırlarına varmış, kimisi bahçe kapısını aşmamış, hepsi kendisine benzer simalar... Bazısı uzak, bazısı aşina ifadeler ve çevresini saran tanıdık bedenler... Hiçbirine yabancı değil.

Belki de gördükleri görmek istedikleriydi ama o, düşünmedi bu olasılığı. Anlayabilmesi için gereken mesafeyi katetmemişti henüz. Sadece bakmakla yetindi ve tanıdıklarının, çevresindekilerin arasında yerini aldı. İçini ısıtan sıcaklıkla birlikte soğuğa ilk adımını attı. Gönül evinin konuklarıyla birlikte şehrin ezberlenmiş haritasına girdi.

Sokak lambalarının aydınlattığı yollar boyunca, defalarca geçtikleri kaldırımlardan bir kez daha geçtiler. Her biri diğerine benzeyen vitrinleri alışkın gözlerle süzerek geride bırakıyordu. Kanıksanmış hayatları mekân edinmiş meydanlardan, şehir ışıklarının bilindik yansımaları altından geçtiler. Tarifsiz aydınlığını bulamamaktan değil şüphe duymak, böylesi bir ihtimali aklının köşesinden bile geçirmiyordu. Korkularını öldürmüştü o. Korkularını öldürmüşler misali hareket ediyordu onlar. “Dostların arasında”ydılar, bu yolları ezbere biliyorlardı, “aman nedir bilmeyiz” türküsünü söylüyorlardı ve hiç harami görmemiş olsalar da, haramilerin saltanatını yıkacaklarını haykırıyorlardı.

İlk kararın görebildiği mesafe kısadır. Geleceğe dair ayrıntılar ölü doğmuş olasılıklardır onun için. Geçmişi ise galip bir komutan edasıyla selamlar. Acemi coşkunluklar denizine yelken açmış tehditkâr bir korsan gibidir. Fethedilmiş rotaları fethetmek uğruna yola çıkan bir korsan gibi... Ne var ki kısa mesafeler kısa zamanlarda sonlanır. Tıpkı korsanların korsanlıkları gibi...

Şehrin coğrafyasının sonuna çabuk ulaştılar. Seyrekleşen evlere, apartmanları kuşatan barakalara paralel ilerlediler. Şehir ışıklarının yoğunluk yitimine ayak uydurmuş vaziyette, ışık zayıfladıkça zayıflayan, küçülen adımlarla yürüdüler.

Yitip gitmekteydi bütün bildik görüntüler. Yer değiştirmekteydi şamata ile ıssızlık, coşku ile kaygı ve kitapların anlattığı yaşantılar ile gecekondu sobalarının anlattığı soluklar. Ürpermeye başladı içi. Belli etmemeye çalışarak ürpertisini, yanındakilere çevirdi bakışlarını. Şehirin sınırından geçen, karanlıklara dalanlardan kuvvet alanları ve kuvvet almaya çalışanları ya da kuvvet alıyor gibi yapanları izledi. Hangisiydi? Bir savaşçı mı tarihin yazılışına katkı sunan? Don Quishote’mi kendisine has gerçekliğin uğrunda silahlanan? Yoksa...? En çok bilmek istediği şeydi bu sorunun yanıtı. Ve bu soruya cevap vermesine, vereceği cevaptan emin olmasına engel olan bir titremeye yakalanmıştı. Bu titreme ile aştı kentin sınırlarını ve ışıklarını.

Rüzgârın şarkısıyla salınan çalılar, beceriksiz danslarıyla eşlik ediyorlardı yürüyüşçülere. Onlar ise bu şarkı ve bu dansta huzuru değil huzursuzluğu yaşıyorlardı. Tedirgindiler. Sokak lambaları desteklerini esirgemişti artık. Mahrumdular. Pusuda bekleyen tümseklerin, ayaklarına dolanan dikenlerin saldırılarına maruz kalmışlardı. Çıplaktılar. Saldırı şiddetini arttırdıkça tedirginliğin şiddeti arttı yüreklerinde. Karanlık, dipsiz bir kuyu gibi görünmeye başladı karşılarında. O ilk heyecanı ve gözüpekliğin süratini yitirmiştiler. Sonunda bozkırın siyahına vardılar. İster istemez bir refleksle durdular. Durmak zorunda kaldılar.

Şehirin aslanı kesilenler, şehire dönmekten ilk bahsedenler oldu. Avcıları hırsızlar ve beleşçiler takip edermiş. İmajlar dünyasının aslanlarını da aslanların üzerine kül kondurmayanlar takip etti. Kentin nimetlerinden, kentteki ışığın tek gerçek olduğundan dem vuranlar onlar oldu. Dinlediler ağızlardan dökülen renkli kelimeleri. Sonra hep birlikte şehire doğrulttular gözlerini.

Simsiyah bir tuale çizilmiş ateşböceğine benziyordu; durgun ve parlak... En güzel elbiselerini giymiş, en cazip kokuları sürünmüş bir kadın ruhuyla çağırıyordu. “Mağazamızda en kaliteli kıyafetler bulunur” yazısı asılıydı camekânlarında. Gibiciler için her tür ürün sergilenmekteydi vitrinlerinde. Olmak, zor olsa da... Ne de olsa “gibi” olmak kolaydı bu karnavalda. Maskesiz dolaşmaya ise zaten izin verilmiyordu.

Fazla tartışmadılar. Herkes diyeceğini dedi. Özgürce katılanların aynı özgürlükle vazgeçebileceklerini bilmelerine rağmen kaşlarının çatılmasına engel olmadı kalanlar. Aslan maskelerini artık ellerinde tutanlarla takipçilerinin ardları sıra baktılar bir müddet. Sonra, siyaha çevirip tekrar adımlarını bilmedikleri geleceklerine doğru içlerindeki umutla devam ettiler yola.

Kızgındı. Hiç bir sözün bu kadar kısa zamanda söylenmemişe indirgenemeyeceğine inanmıştı her daim. Tedirgindi; başlangıç yolunu geçmiş, bilmediği kaygılarla yüz yüze gelmişti. Ama umutluydu da aynı zamanda; her anının ve her yeninin, aradığını bulmada kullanacağı bir ipucu olduğunu düşünüyordu.

Her sarsıntı bir kararla son bulur. Her karar canlı bir organizmadır. Doğar ve büyür. Ve her karar ölmeye yakınlaştıkça yeni bir sarsıntıya gebe kalır. İlk kararın acemi coşkunluğu da ölüme yazgılıdır. Bana ait olan ile başkalarına ait olan ayırt edildikçe gerilecektir akıl ile duygu. Ve her gerilim bir sıçramadır. Çatışmanın galibi tayin edecektir sıçrama yönünü; Ya ileriye ya da geriye.

Kâh öfkesi ile kâh kaygıları ile kahi umudu ile yürüdü nereye bastığının görmediği toprağın üzerinde. Sadece önüne bakıyordu. Yanındakilerin geriye doğru sıçradıklarını farketmesi için dönüp bakması, her birini tek tek yoklaması gerekmiyordu. Kaldı ki kimi anlar, kimi yaralarının bozkırın saldırılarından kaynaklanmadığını, terkedişlerle kanadığını fısıldamaktaydı kendi kendisine. Öfkesini merhem diye sürerken yaralarına, umuduyla da hafifletmeye çalışıyordu acılarını. Ancak ne yaparsa yapsın kaygılara çare olacak bir ilaç yoktu. Pek çok iken bir avuç kalmışlardı. Damla damla eriyor, azalıyordular. Yolun sonuna ulaşabileceklerinden, ya da böylesi bir sonun olup olmadığından şüpheliydiler. Acemi coşkunluklar çağı bitmişti. Bozkırın korkutucu gerçekliği ile karşı karşıyaydılar. Tükenmemeliydi gücü. Tüketmemeye çalışarak güçlerini, vardılar bozkırın sonrasına.

Sinir bozucu bir toz bulutu, çürümüş et kokusuyla kol kola, istila etmekteydi havayı. Tümseklerden görevi devralan mağlup duvarların ardında yanmaktaydı yok olmuş hayatlar. Kazananı belli olmayan bir cenkten geriye sadece yengi ve yenilginin harabeleri kalmıştı. Dövüşenlerin kılıçları paslı; kendilerini kavrayacak elleri arıyordu yıkıntılar arasında... Soluk borusu, yaşam damarları kesilmiş bir kent... Geçmişinin dinginliğini hatırlamaya, hasret çekmeye dahi dermansızlaşmış... Artık sadece yangın sıcağından, tozdan, çürümüş et kokusundan ve dumandan kurtulmak, kimsesizliği içinde yeraltına inmek istiyor. Artık yalnızca ölümü düşlüyor.

Bir avuçtular. Yorgundular. Bir avuç yorgun insan halinde dâhil oldular bu harabeler diyarına. Genizleri yakan, gözleri kör eden, teni susuz bırakan törenle karşılandılar. Azrail tırpanı ile selamladı misafirlerini. Önce, sırtları dönük vaziyette tören alanını geçmeyi denediler. Olmadı. Kollarını, kaşkollarını, montlarını gözlerine ve yüzlerine siper ederek ilerlemeyi denediler. Başarısız kaldı. Pes ettiler sonunda. Dumanın ve tozun dinmesini beklemek üzere bir korunak aradılar. Dört yarım duvarı hayatta kalmış bir silüette beklemeye çekildiler.

Konuşmadılar. Artık kelimelerin yardımına ihtiyaç duymuyorlardı konuşmak için. Gözler ve dokunuşlar yeterliydi. Yere odaklı, durgun; geçen ve geçecek zamanı sahneleyen gözler... Arada bir toprağı terkeden, yoldaşını ısıtan, yoldaşıyla ısınan gözler... Herşey ortadaydı. Herkes saygılıydı. Kalmak niyetindekileri iknaya çalışmadılar. Mezarlıkların üzerinde yeni yaşamların inşaa edileceğine inanmasalar da anlatmadılar. Aydınlığı bulmak, belki de yaratmak uğruna harcanacağı söylenen bir çaba... Ölü doğmuş bir emek... Yorgunluktan bitap düşmüş ellerle gerçekleştirilecek... Bu elleri incitmeye yürekleri el vermedi.

Ölümün ülkesini yeşile boyamak mümkün müdür? Onarılabilir mi bitmemiş bir savaşta, bombalar altındaki binalar. Aslında çaresi yoktur. Savaş devam ettikçe, yıkıntılar arasında ayakta durmaya alışmaktan gayrı çare yoktur. Kabullenmelidir insan, ayakta kalmanın bedelinin ruhun yitirdikleriyle ödendiğini. Ve yılmamalıdır insan. Çünkü susacak silahlar bir gün elbet. Ve o gün, fırtınaların alıp götürdükleri, meltemlerle geri gelecek.

Vaktin dolduğunu ikisi söyledi. İkisi hareket için ayağa kalktı. Vedalaşmadılar. Mağlup duvarların ardında, yenik düşmüş gözleri, yaşlı bedenleri gibi yaşlı toprakla başbaşa bıraktılar. Bir yaralarını bir de umutlarını alarak yanlarına girdiler tozun, dumanın ve sıcağın arenasına. Eli eline, yüreği yüreğine kenetli sürdürecekti mücadeleyi ikisi. Bir tek ikisi...

Toz zerrecikleri, kapanmayan yaraya basılan tuz tanecikleriydi. Duman boğmaya, kül yağmuru durdurmaya çalışıyordu ikisini. Acı çekiyorlardı. Artık farkındaydılar her yaranın silinmez bir iz bırakacağının. Terkedilişlerin, çaresiz kalışların, bir pişmanlık anının izleri... Yine de mutluluk akabiliyordu ellerinden. El ele tutuşuyorlardı. Biliyorlardı özgürlüğün yolunda olduklarını ve özgürleşen benlerin biz olabileceğini. Geceye direnmeliydi özgürlüğü düşleyen. Biliyorlardı. Alışmaya isyan etmeliydi el ele tutuşmaya sevdalanan. Anlıyorlardı. Sıkıldı yumruklar, kenetlendi dişler.

Düşe kalka, bata çıka, ama en ufak bir usanma sözcüğü kullanmadan sürdüler yollarını. Ter ve kanla işaretlediler geçtikleri yerleri. Son nefeslerinde geriye bakanları, son güçlerini bir karış daha ileriye gidebilmek için harcayan ölümcül yaralar almışları, barikatların ardında kımıltısız, azraili bekleyenleri, şaşkın şaşkın ve amaçsızca dolananları ve kendilerine benzeyen diğerlerini gördüler. Diğer bizleri gördüler. Cesetlerle ilgilenmediler. Ölümcül yaralar almışlara teselli olmaya, yükleri altında ezilenlerin yüklerini hafifletmeye çalıştılar. Kulakları sağır eden patlamayı duyana kadar uğraşlarına ara vermediler.

Yerde uzanıyordu, yüzükoyun, elleri başının üzerinde. Kulakları hala uğulduyordu. Güçlükle dizleri üzerine doğruldu. Sağına soluna baktı. Her şey sanki eskisi gibiydi. Bu uğultu olmasaydı eğer kısa bir mola verdiklerini düşünebilirdi. Yanındakinin sırtına koydu ellerini. Uyandırmak, yola devam etmek için sarstı. Uyanmayınca biraz daha şiddetlice ve daha da şiddetlice sarstı. Eline bulaşan sıcak, yapışkan sıvıyı farketmedi önce. Yanındakinin kollarındaki dirençsiz soğuğu fark etmedi. Tokatladığı yüzü gördükçe gözleri, engel olamadı gözlerinin tuzlanmasına, kalbinin sıkışmasına. Dayanılmaz bir ağrı midesine yerleşiyor, vücudu kramp zincirleriyle kilitleniyordu. Haykırarak ancak kurtulabildi kramplardan ve ağrılardan. Başını yerde yatanın göğsüne dayayarak tuzlu sıvıyla besledi kırmızıya boyanan bedeni.

Öylece kaç zaman durdu bilmiyordu. Toprağın bağrını yararken kazmayla kaç kere bağırmıştı boşluğa, hatırlamıyordu. Tek duyumsadığı her şeyin bir işkenceye dönüştüğüydü. Kaçmak imkânsızdı bu işkenceden. Sevgiyi ve ruhu yüreğe, teni toprağa yerleştirdikten sonra da bitmeyecek bir işkence... Bir hançer darbesi... Saatleri yıllara dönüştüren...

Yine de terketmemelidir yataklarını nehirler. Çölde vaha arayan çatlamış dudaklara dönüşür, buharlaşmaya bile fırsat bulamadan kumlar tarafından emilirler. Yine de yalnızdır şahinler. Süzülürler gökte ve meydan okurlar çöle. Ve adı anılanlar su damlacıkları olmayacak. Bir çağlaya çağlaya akan nehirlerin bir de bir başına dövüşme azmi olanların hikâyeleri anlatılacak.

Son bir kez döndü arkasına, geldiği yöne baktı. Geri dönmeyi ilk defa bu denli arzulamıştı. Ne var ki gelenleri gördü. Vazgeçti. Geçtiği yollardan geçiyorlardı. Daha az yaralanmaları belki de bu nedenleydi. O da şehiri, bozkırı ve harabe kenti böyle geçmemiş miydi? Kendinden öncekilerden kalanları kendine katarak gelmemiş miydi buralara? Bu sayede güçlenmiş, bu sayede ben olmayı öğrenmişti. Dönmek, başkası olmaya, gibi olmaya boyun eğmekten ötesi değildi. Bu ana kadar eğilmeyen boyun bundan sonra da eğilmemeliydi. Eğmedi boynunu, dayanmayı, son kuvvetine dek dayanmayı seçti.

Yaralarından akan damlalar yaralardan akan damlaların oluşturduğu derelere ulaşıyor, ayakları derelerin içinde; sürüye sürüye ilerliyordu. Acılarını hapsetmişti. Gelip geçen kurşunlara, şeytanın tırpan savuruşlarına aldırış etmiyordu. Artık gayrı yol yoktu. Artık aradığı ışığa götürecek yolun tükenmez çabadan, unutmamamaktan ve biçare yatalaklığını reddetmekten geçtiğine emindi. Bu eminlikle yürüdü.

Cephenin orta yerine vardığında gördü ışığı. Gecenin zifiri karanlığını parçalayan çınarların parıltılarını gördü. Hepsi kendisiyle aynı yüz çizgilerine, aynı kalbe, aynı bedene sahipti. Yüreklerinden, gözlerinden fışkırıyordu aydınlık. Başka bir yerde de olamazdı. Hem bendiler hem de biz. Omuz omuza, yürek yüreğe savaşıyorlardı. Devrilenleri tek vücut kaldırıp göğe taşıyorlardı. Öyle ki kimse onların bir daha kılıçlarına sarılamayacağına inanamazdı.

Geldiler yanına, girdiler koluna. İlerlediler barikatlara. Yendiler, yenildiler; ama asla vazgeçmediler.

Gece sağır ve kör... Hırçın bir gölge avcısı... Gece çınarların uykusuzluğu kadar derin ve keder verici. Ve o böylesi bir gecede çıkmıştı yola. Böylesi bir gecede bulmuş, dokunmuştu aradığına. İçine çekmiş hücrelerine işlemişti. Son patlamayı duyduğunda da böyle bir geceydi. Gülümsüyordu. Gülümsemesi ile kaldı son resmi...


Ergün ŞİMŞEK
Ekim 1999...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder