17 Ağu 2009

EKVADOR: "ÇEMBER YUVARLAK DEĞİLDİR" *





“Quid rides? Mutato nomine, de te fabula narratur”(Ne gülüyorsun? Değişik isimlerle anlatılan, senin hikayendir)Horatius





Ve nihayet yeniden Quito’dayım. Bu şehirden başlayan yol, yine burada bitiyor. Hiçbir şey ilk karşılaştığım anların görünümünde değil. Oysa her şey bıraktığım yerde duruyor. Denilecektir ki, uzun yollar, bilinmeze yapılan o yolculuklar değiştirir insanı. Biraz eksiltir biraz arttırır. Öyleyse bu göz, o eski göz değil. Ben değiştim ve benimle birlikte değişti her şey; biraz azaldı, biraz fazlalaştı…

İspanyolca ilk kelimeleri Quito’da öğrenmiştim. Yabancı ve ürkekti bakışlarım. Latin Amerika’da pek fazla örneği bulunmayan gotik üslupla inşa edilmiş Basilica del Voto Nacional’i hayranlığımı saklamadan dolaşmış, Panecillo’ya yoksulların barriolarından yürüyerek gitmiş, korkuyu yaşamıştım. Dağlar ve tepelerle çevrili bir ovaya kurulmuş olan Quito’da Tepelerden birinin zirvesinden şehre bakmaktadır devasa boyutlara sahip Kutsal Bakire heykeli. Burası El Panecillo’dur. Eteğine yoksulların barrioları (mahalle) tutunmuştur. hiçkimseliğe mahkum edilmişlerin mahallelerinde yalnız dolaşmaz hiç kimse. Tek başına yürümeye kalkışmıştım. Yaşlı bir Ekvador’lu uyarmasaydı hayatımın en zor anlarından biri ile yüz yüze kalacaktım.

Her anlamda İki kutba ayrılmıştır kent. Dağların yamaçları yoksun, ova zengindir. Eski Quito isimli bölgede sömürge tarihi yaşar, yenisinde yirminci yüzyılın Ekvador’u. El Ejido parkında kızılderililerin el sanatlarını sergiledikleri bir pazar bulunur; Panecillo’nun yamacındaki parklarda bedenlerini sergileyen hayat kadınları… Ve her anlamda çelişkili birliktelikler yumağıdır kent. Eski şehirde her sokağın başlangıcı ve bitiminde bir kilise vardır. Mimarileri göz alıcı zenginliklerle doludur. Altın işlemeli barok süslemeler, mozaik kubbeler, kimisi siyah derili, kimisi yerli ve kimisi de beyaz İsa heykelleri, aziz ikonaları ve biri diğerinden güçlü orijinal tablolar… kapılarında ise dilenciler ordusu avuç açar. Diğer yandan El Ejido parkının voleybol sahasında maç asla bitmez. Herkes ekonomik gücü oranında iddiaya girer. Yanı başlarındaki çimler kağıt oyuncularının sahasıdır. Ve her iki ekibin seyircisi boldur. Seyircilerin ardında ise evsizler ağaç diplerini ev bellemiştir. Kaldığım hostalın yakınlarındaki bir duvarda okumuştum. Şiir sokaktadır (La poesia esta en la calle) yazıyordu. Haklıydı. Quito’da şiir, kelimenin gerçek anlamıyla sokaktadır.

Kıta yerlilerinin bütün öğretilerinde temel öğe ‘eski yollara’ ulaşmaktır. Nedir eski yollar ve neden ulaşılmak istenir? Onlar başlangıcı olanın bitime yazgılılığını kavramışlardı. Ve her bitim sadece yeni bir başlangıcın ilk basamağıydı. Deneyimle güç kazanmış kimlikte, daha güçlü bir yenilenme adına dönülmeliydi ilk basamağa. Sürekli tazelenmeliydi benden; parçası olduğu tabiat gibi… Eski yollara ulaşmak bir tazelenişti.

Cotopaxi yayvan bir dağ. Yalnızca son 2000 metresi güçlü nefesler gerektiriyor (5897 mt’dir). Rehberimiz Don Marcelino güleryüzlü bir yerli. Sisin dağılması için büyü yapıyor, şifalı bitkileri tanıtıyor. Birkaç hatıra yaprak almak istediğimi söylediğimde ağacı incitmemeye özen göstererek koparıyor. Arkadaşı olan şaman ansızın elini karnıma doğru tutup bir şarkı mırıldanıyor. ezgisinde büyü taşıyan sözleri anlayabilmeyi isterdim. Hepsi bir anlık şaşkınlık ve mutluluk… Tırmanışa geçiyoruz. Dünyaya bulutların üzerinden bakmak tarifsiz bir duygu. Cotopaxi canlı bir volkan. Epeydir karların altında uyuyor. Ne var ki uyandığında tüm hayatı yenileyecek. Bunu herkes biliyor.

Quilotua ölü bir yanardağ ağzına yerleşmiş destansı bir güzellik. Kıyısında yoldaşı ağaç duruyor. 3900 mt rakımdaki bu masmavi göl hergün onlarca misafiri ağırlıyor. Ağacın gölgesinde öğle yemeği, lamalar ve yerli çocukları ile hatıra fotoğrafları, kratere iniş onbeş dakika ama çıkış bir saati aşacak. Geç kalmamak gerek. Lakin yürek terk edişe yanaşmıyor. Quilotua gökyüzü ile yeryüzü arasına serili bir şarkı. Gören yürekleri, toprağı ve ölü bir volkanı tazeliyor.

Madem ki her yol, başlangıca idi ve madem ki her ilk, kendi sonuna gebe idi; öyleyse ne ilk vardı ne de son. Dünya başlangıcı ve bitimi bulunmayandı. Bir çemberdi eski yollar. Yeni Dünya’nın yerli kavimleri sarmalı keşfetmemişlerdi. Dolayısı ile bu kavramdan yoksundular. Aslında bütün öğreti sarmalı açıklıyordu ama onlar çember diyorlardı. Çünkü biliyorlardı ki yola bir son tanımlamak yolsuz kalmaktır. Yürümeyi sürdüren ise, bir sonraki adımında bir önceki adımındaki insan değildir. Neticede “değişmeyen tek şey değişim”1di.

Huayna Capac İnka topraklarını o dönemlerdeki adı Tomebamba olan Cuenca’dan yönetmişti. Kuzeyin fethine giriştiği yıllarda İspanyol gemilerinin getirdiği salgın hastalıklar, kılıçlardan önce yayılmıştı. Huayna Capac bir salgında, Tomebamba top ateşlerinde ölecektir. Gömülü oldukları yerin adıdır İngapirca. Bir zamanların savaş üssü artık kültürün ve belleğin ölmemesi için direnmekte. Belki ingapirca’dan dolayı belki de fundadorların (şehir kurucusu) yaptırdığı kurumsal yapılardan dolayı Cuenca’ya kültür başkenti denir. Roma tarzı mimarinin formlarıyla donatılmış olan katedrali, Rio tomebamba’nın iki yakası boyunca sıralanan konutların huzurlu yüzleri ve Avrupa mimarisinin Rönesans’tan bu yana tüm akımlarını yansıtan tarihi binaları ile, aldığı sıfatı sonuna kadar hak ediyor.

Eski Katedralin karşısındaki meydanda oturmuş insanları izliyorum. Bir turist çift yanıma yaklaşıyor. ‘İtalyan mısınız?’ diye soruyorlar. Türkiye’den geldiğimi söylüyorum. Gülümseyerek yanıma oturuyorlar. Katedrali göstererek ‘İtalya gibi’ diyorlar. ‘Neden İspanya gibi değil?’ ‘Çünkü Papa İspanya’da yaşamıyor’. Engizisyon İtalya’da kitaplarda kaldığında, burada hala acı dağıtmayı sürdüren bir gerçekti ama; sözcükler dudaklarımdan dökülemiyor. Haklısınız diyorum sadece.

Modern yüzyılın insanı adımlarına bağlanmıyor. Hangi aşk yetinmeci, hangi fotoğraf en güzelidir? Durmaksızın bu ve benzeri soruları soruyor. Ama verebildiği bir cevap yok. Yanıtı cümlelerdeki noktalar misali sonuçlarda aradığı sürece de olmayacak. Sarmalın bitimsizliği ve değişimin belirsizliği amacın yitimi ve kadere varıştır onun yüreğinde. Kaderini eline almak ise korku… Oysa insan zamanının ve tarihinin kölesi değil efendisidir. Loja’nın duvarlarındaki resimler bunu anlatıyor.

Resimlerde Simon Bolivar beyaz atının üzerinde kılıcını çekmiş. Arkasında beş ülkeden gelen bağımsızlık savaşçıları var. Maviler içindeler. Yüzlerinde umut, gözlerinde inançla çizilmişler. Yenilgilerden paçavraya dönmüş olan ordusunu Ekvador’dan Kolombiya’ya kaydırmaya karar verdiğinde Bolivar, subaylarına savaşı Potosi’nin doruğuna dek yayacaklarını söyler. Bitkin konumdaki askerleri onun aklını kaçırmış olduğunu düşünürler. Ve Güney Amerika ülkeleri içinde bağımsızlığını kazanan ilk ülkedir Ekvador.

Loja’da turistik olan tek şey sakinliğidir. Ekvador’un sürreal coğrafyasını görmek için güneye Vilcabamba’ya inilmelidir. Marquez ve Fuentes’ten öğrendim büyülü gerçekçilik adlı akımı. Yüzyıllık Yalnızlık’ta, Sefer’de okuduklarıma, Orozco’nun duvarlara çizdiği kaba köylü ellerine büyülendim. Vilcabamba, Tilcara (Arjantin), Andlar, Amazon, Uyuni (Bolivya), Atacama (Şili) ve daha niceleri bu akımın neden bu kıtada doğduğunu izaha yeterli gerekçeler. Gerçeküstü coğrafya gerçeküstü tarihle birleştiğinde imgeler de büyülü oluyor. Ve seferi sürdürmek arzusu böyle büyüyor.

Machala’ya varıyorum. Dünya’nın ‘Muz Cumhuriyeti’ ismini taktığı kent Machala. Turistler için uygun bir bölge olarak adledilmiyor. Fakirliğin hüküm sürdüğü yerlerde görülebilecek tek şey yoksunluktur. Ve güneş gözlükleri parıltılar içindir. Yoksulluğun parıltılı bir şey olmadığı anlatılıyor. Muz Cumhuriyeti son başkanın istifasını hazırlamakta önemli bir rol oynamış, sosyalist başkan Rafael Correa’nın seçilmesini sağlamıştı. Parıltıyı görebilmek için farklı bakmak gerekiyor. Tıpkı Machala’nın toprağını nefes almamacasına kaplayan bu uçsuz bucaksız muz bahçelerinin yarattığı yeşil atlasın seyri gibi. Muz ağacı palmiyeye benzer, Palmiye yapraklarından örülü sonsuzluk fırtınalı okyanuslara benziyor.

Machala’da duruyor otobüs. Genç bir kız yanıma oturuyor. Henüz yirmili yaşlarında.Birisi iki-üç aylık üç çocuğu var. Otobüs tıka basa doluyor. Çocuklardan biri benim kucağımda diğeri aramızda, bebek ise onun kucağında yerlerimizi alıyoruz. Ağlıyor bebek. Memesinden süt veriyor anne. Otobüsteki yolcularla şen kahkahalarla dolu sohbete girişiyor. Bebek annesinin sütünde, ben yoksun denilen insanın, hayatın ona dayattığı tüm zorluklara rağmen yitirmediği gülüşündeki sıcaklıkta buluyorum bahar dallarını.

Amazon kabilelerinden Guarano’ların sözcük dağarcığında ‘affettim’ kelimesi yoktur. ‘Unuttum’ derler. Cezaevi’nin ne işe yaradığını anlamazlar. En büyük ceza kabileden dışlanmaktır. Cehennem fikrini bilmezler. Onları cehennemle korkutmayı deneyen hıristiyanlara ‘Dostlarım da orada olacaklar mı?’ (2) sorusunu yöneltirler. Kimdir ilkel? Binyıllar öncesinden değişimin gücüne bağlılıkla yürüyen, tazelenen bedeni amaç edinen mi? Yoksa yaşamın zenginliğini mutlakl hedeflere prangalayan mı?

Baños yağmur ormanlarının kenarına kurulmuş küçücük bir kent. Tungurahua volkanı’nın gülgesinde sürdürüyor yaşamını. Volkan homurdanıyor. Gök gürültüsünü andırır seslerlerle dumanlar püskürtüyor ağzından. Hiç kimse paniklemiyor. Saygı duyuyorlar volkana. Sevgilileri orman dinliyor sesleri. Yağmur ormanlarında bana rehberlik eden yerli şifalı bitkileri tanıtıyor. Bu ağacın kökleri, bir ötekinin dalları, bir başkasının kabukları iyileştirici. Yağmur ormanlarının tabanı sararmış yapraklar ve nemle kaplı. Çizmeler örümceklerin içeri girmesine engel değil. Dikkatli yürümek gerekiyor. İşte şelale, su zerrecikleri coşkuyla uçuyorlar. İşte güneşlenen bir kayman. Şamatacı papağanlar, yemeğimizi çalmaya gelen maymunlar… Amazonlar insanın insanlığı ile buluştuğu büyük bir fauna. Colomb’un bu ormanlarda kaybolmasına izin vermeyen yerli vicdanına öfkemi bastıramıyorum.

Ekvator çizgisi dünyayı sadece kuzey ve güney olarak bölmekle yetinseydi hakkında yazılacak birkaç satır olurdu. Ekonomik-politik bir sınır aynı zamanda. Kuzeyin fabrikaları güneye akarken güneyin işçilerinin kuzeye göç etmesi çizginin üzerindeki suyun tersine hareketinden daha ironik bir hal arz ediyor. Galapagos Adaları Darwin’in evrim teorisinin beşiği. Bir ayrıcalık; yüksek meblağlara tanınıyor. Ayrıcalık sahibi olsaydım bunu yazardım. Guayaquil, başkentten daha büyük. Aynı adlı körfezini gökdelenlerle sarıyor. İstanbul’dan cazip özellikleri olsaydı onu yazardım. Ve Tulcan Kolombiya’nın sınırı. Farc gerillaları buradaki ormanlarda etkin. Kolombiya kapısından yeniden giriş yapsaydım yeniden yazardım. İnanıyorum ki her seferinde daha farklı cümleler karalardım.

Lakin şimdi yolculuğa başladığım yerde ve yeni bir başlangıcın eşiğindeyim. Nedendir bilmiyorum ama aşka ömür biçen kitabın ismi, okumadığım halde zihnimde dolanıyor. İnsan sevdasında, ideallerinde ve beklentilerinde harcadığı emek ile var. Bu nedenle biten beklenti, ideal ya da aşk olmuyor. Önce emeği yaratan istek sonra emeğin yarattığı değer bitiyor. Her şeyin sorumlusu cümlenin sonundaki nokta. Sarmal istekte ve emekte sonsuzluktur. Aşkını, umudunu ve ideallerini nokta ilen biten yazılara göre şekillendiren kaybedecektir. Yeni bir başlangıç için noktadan sonraki cümleye merhaba…


Başlık: "Yağmurdan Önce (Before the Rain) adlı filmden..
1. Karl Marks’a ait ünlü söz
2. Kaynak Eduardo Galeano; Ateş Anıları.

Ergün ŞİMŞEK
2008 Ekim/ Radikal Gazetesi'nde yayınlanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder