17 Ağu 2009

SEVGİSİZ DÜNYANIN ÇOCUKLARIYDIK; BÜYÜDÜK

Bir zamanlardı. Bir zamanların öznesi insandı. Her bir zamanlar olarak başlayan hikayelerde olduğu gibi özne "ilkel"di. İnsan "ilkel"di.İlkellik yalın ve basit gerçekler üzenine kurulu toplumsal düzeni ifade eder. Soyutlamanın yoğunluğundan dolayısıyla da kavramlar arası ikilemlere düşmekten uzak bir yaşamı ifade eder. Renklerin gri tonları, insanların cinsel ve sınıfsal bölünmüşlüğü, yabancılaşmanın derin çizgileri yoktur onda. Bu yüzden yetinmecidir. İhtiyacı kadar alır.Doğayı kendine ait değil ama, kendini doğaya ait bir parça oluşuyla tanımlayan varoluşu içinde hayvansal bir ölüm/yaşam (av/avcı) döngüsünde yaşar. Ölüm yaşamı beslediği durumda anlamlıdır ve "ilkel", yaşamak uğruna noktalandırdığı her candan özür dilemek zorunda hisseder kendini. Mecburiyetini dile getirip "toprak ana"dan ölenin iyi gücünü kendine katmasını diler. Bu saygıdır. Tabiata, varoluşa, paylaşıma saygı.... ve saygı duyulan sevilendir.İlk, elini kullanmaya başladı. Dokundu. Yalındı, yalansızdı. Dokunuşun hazzı sevginin vücuda aktığı andı. İlk, elini kullandı, insanlığa adımını attı.Bir zamanlardı. Bir zamanlar herkese ait bir dünya vardı. Sahip olma dürtüsünden yoksun, dalavereyi ve kariyer hırsını bilmeyen; “yarin yanağından gayrı her yerde hep beraber olmak”tan ötesine yabancı insan burada yaşardı. Bir zamanlar “ilkel” insandı.Zaman zamanı aşıyordu. Doğa ilerliyor, insan ilerliyor, herşey ilerliyordu. "Modernleşiyorduk". Bilim gelişiyor, gelişen bilimle birlikte konforumuz ve yaşam standartlarımız yükseliyordu. Artık doğanın ayrıcalıklı bir parçası, hatta yer yer sahibi olmuştuk. Ama yine de bir şeyler vardı, yitiriyorduk. Pek azımız görebildi. Daha azı engel olmak istedi. Yine de durmadı zaman, modernleşmeyi son noktasına kadar sürdürdük.Önce kabilesel biraradalıklar, eşitlerin özgür birlikteliği eridi. Çünkü artık sahip olmayı öğrenmiştik ve öğrendikçe "modernleşecektik". Havalar yavaş yavaş ısındı. Erime ağır ağır yaşandı. Kadının sahibi erkek, Toprağın sahibi efendi, gücün sahibi iktidar oldu. Erime durmadı. Özgür eşitler, efendi/köleye, serf/derebeyine, işçi/patrona modernleşti. Doğaya bağlılık, güce bağımlılığa evrildi, doğamıza yabancılaştık.Sahip oldukça yetinme duygumuzu yitirdik, daha, daha fazla istedik. Devletleri sayesinde "medeniyet" statüsü kazananlardandık. "medeni"liğimizi kullanarak isteklerimizi süsleyip kulağa hoş hale getirecek pek çok kavram edinmiştik. "İlkel"lere uygarlığı götürecektik. Ticaret yaparak zengin olmayı gösterecektik. (Biz incik boncuk verdik onlar tanrının pisliği dedikleri altını hediye ettiler)Kara Afrika’nın kara adamlarını böylece toplayıp taşıdık okyanusların ötesine. Böylece kızılderilileri bakır madenlerinde koka çiğneyerek genç ölmeye alıştırdık. "Yerli" bilgeliğini bilgimiz eyleyip, düşünceyi ve bilginin kaynağını "avrupa merkezci" eyleyip böylece düzenledik "haçlı seferleri"ni.Kimse uydurmasındı. Vahşi doğuyu, barbar güneyi eğitmekten, onlara insanlık götürmekten gayrı kaygımız yoktu. Ticaret yollarını ele geçirmeye, dünyanın tekeli haline gelmeye çalıştığımız yalandı. Pek çok hayvanı zararlı olduklarından dolayı yok ettik. Kürkleri için ya da zevk meselesi olduğundan dolayı değil. Pek çok "yerli" kabileyi "barbarlıkta" direttikleri için katlettik; doğal ve kültürel zenginliklerine el koymak için değil. Pek çok ulusu demokrasiyi anlasınlar diye diktatörlere teslim ettik; daha eşit, daha özgür bir yarını düşledikleri için değil.Zaman ilerliyordu ve biz modernleşiyorduk. Modernleştikçe ihtiyacımız kadarını yeteneğimiz oranında vererek almak mutluluğunu unuttuk. Paylaşmanın sevinci, metasal bağlarda kazanmanın sevincine evrildi; insanlığımıza yabancılaştık. Sonra dokunuşlarımız, sevginin, hazzın kaynağı eridi. Damla damla eridi. “İlkel” insanın kabilesi içindeyken duyumsadığı derin iç güvenin, dokunuşlarla konuşma eyleminin yerini kitleden kaçış, temastan ürküntü duyma aldı. Yüksek duvarlarla çevirdik evlerimizi. Çıplak adamın bilmediği korkular doldu hayatımıza. Yetmedi, duvarları ruhumuzun derinliklerine işlemeye başladık. Her yerde her şeye ıraktık ve toplumsal ilişkiler zincirinde, kendi olamamış halkalar yığınından biri haline gelmiştik. Gerçi ilişkilerimiz tahmin edilemeyecek derecede artmış, kullanım araç ve olanaklarımız bir o kadar zenginleşmişti ama, bunları sağlayan işbölümü de alabildiğince gelişmişti. İş bölümü ise yakınlaştıracağına uzaklaştırıyor, sadece işi bölmek, bölüşmekle kalmayıp topluluğu gruplara, grupları bireylere, bireyleri ise kendi iç dünyalarında hapse bölüyordu.İnsanlar birbirinden ırak, insanlar birbirine el... El terinden uzak; ter elini tanımaz... Kısacası biz bir ormandık ama sadece ağaçları görebiliyorduk. Çünkü “görme biçimleri” vardı ve görüşümüzden ziyade görünüşümüz önemli olmuştu. Çünkü yargı ve söz hakkı ancak kazananın olabilirdi. (Kazanan ise yitiren yoluyla kazanabilirdi) İnsan, yitiriyordu.“Modern” zamanların “modern” insanıydık. Dokunmak günah, başkasının “derdine yanıp mutluluğuna gülmek” suçtu. Biz bize kalmalıydık; öyle de yaptık. Sevgimize, insanca sevmenin erdemine yabancılaştık.Şimdi yeni bir çağdayız. Adına Postmodernizm diyorlar. Geçtiğimiz tüm çağlardan ayakta kalanları, yabancılaşmalarımızla bezeyerek hayatımıza katıyoruz. İlke ve kuralları hesaba katmaksızın çağlarımızla hesaplaşmaya modern-üstülük diyorlar. Ayrımları, etik ve/veya estetik sınırları topyekün rafa kaldırıyoruz. Parçalama ve parçaları kitsch stilde birleştirme – ki buna eklektisizm demek dahi eklektisizmin anlamını parçalamakla eşdeğerdir.- hayatımızın vazgeçilmezi oluyor. Ve biz parçalanmış kişilik parçalarıyla kendimizi örerken ya fark etmiyor ya da umursamıyoruz. Beğeniyi bize ait bir özgürlükten çıkartıp modaya teslim etmeye, moderni aşmak diyorlar.Üretimsiz, idealsiz, günübirlik varoluşlar toplamıdır postmodernizm. Ve insanı modernin ötesine vardırmak için kanıksatmak, kabullendirmek, alıştırmak gerekiyor. Binbir hevesle koşuyoruz; kimimiz umarsızlığıyla, kimimiz herkes koştuğu için, kimimiz ise yalnız kalmaktan korktuğu için.Yoksa yüreğimiz nasıl dayanabilirdi Filistin’de, Afganistan’da, Halepçe’de, Bosna’da... yardım paketlerine paralel yağan bombalara? Afrika’daki açlık çığlıklarına, nükleer atıklarla desteklenen doğa katliamlarına, diktatörlük görüntülerine bakıp nasıl yerimizde durabilirdik? Oysa şimdi televizyonumuzun karşısında, görüntülere patlamış mısır kokusuyla seyirci olabiliyoruz.Yoksa kalbimiz isyan bayrağını çekmeden nasıl durabilirdi, Paparazzileri aratmayacak ilişkilerle her gün, her yan yana gelişinde? “Eli işte, gözü oynaşta”lığın övgüsellik kazandığı, sevgilerin hediyelerin parasal değeri ve imajla ölçüldüğü, en yakın dostları yarı yolda bırakıp gemisini kurtaran kaptan rolüne soyunmanın olağan karşılandığı bir dünyaya nasıl katlanabilirdi? Oysa şimdi ...gibi olabilmek, öykünülenle birebir örtüşebilmek kalp çarpıntılarımızı arttırmaya yetebiliyor. Ve sanat! Ruhsal dürtülerimizin harekete geçiricisi. Dürtü kalmayınca o da kabuğuna çekiliyor. Nostaljik beslenmelerle ruhumuzu günübirlik coşkulara terk etmekten kıvanç duymaya başlıyoruz. Böylece her şey bir günün sabahında popülerleşip, aynı günün gecesinde unutulabiliyor. Tüm cazibesi içinde yıldız yağmuruyla ıslanıyor, unutkanlık modasını giyiyoruz. Yavaş yavaş, damla damla, ağır ağır sevgimizi, insaniliğimizi, doğamızı unutuyoruz.Şimdi yeni bir çağdayız. Kanıksanmış yabancılaşmaların, hafıza kayıplarının çağına post-modernizm diyorlar. “Hücre tipi” cezaevlerini yadırgamıyoruz. Hayatı “hücre tipi” dünyada sürdürmeye modern-üstüne ulaşmak diyorlar.Bir zamanlardı. İlk elimizi kullandık. İnsandık. Zaman zamanı aştı. Ellerimiz nasırlaştı. Sevgisiz eller, en modern taştandı. Ve şimdi büyüdük. Sevgisiz dünyanın çocuklarıydık, tüm ölümler gibi çabuk ve beklenmedik hızla büyüdük.Yine de insanız diyoruz. Demek ki ilk dokunuşun ele, elden kalbe taşıdığı duygudan miras kalanlar var hala. Belkide yazgı, maymundan insana, insandan uçurumun eşiğine gidişin dışında satırlara sahiptir. Karşı duruşun satırlarına...Bir oluşlar sürecidir tarih ve neden/sonuç zincirinin halkaları üzerinde yürür. Bu yüzden her gelişme karşıtı ile birlikte varolmuştur. Öyle ki kalbe miras kalanlar, direnme geleneğinin yaratıcılarının koruyup saklananlardı. Öyleki tarih uyumlanmayı ve kabullenmeyi değil, karşı duruşun, direnişin hikayelerini büyük puntolarla işlemiştir kitaplarda.Spartaküs’ün köle ordusundan bu yana azdılar, azalıyordular. Sıradışı, cesur ve sınırsızdılar. Kah keskin barbar kılıçlarıyla, kah hasat kaldıran yabalarıyla, kah kırmızı, mavi ve beyazın (Fransız devriminin üç renginin) sloganlarıyla geldiler. “Yitirilip gitseler de her vuruşmada”, her şafak vakti biraz daha tükense de nesilleri, yitip gitmesine izin vermediler devraldıkları emanetlerin. Çünkü onlar dokunuşların duygusuyla gelmişlerdi.Köle ordusu çarmıha gerildi. Çürümüş medeniyetlere keskin kılıçlarıyla ve taze kanlarıyla yeniden hayat veren barbar kavimleri tek tek medenileşti. Paris’in barikatları obüs ateşleri altında ezildi. Bir kez olsun aman dilemediler. Çünkü onlar (Her ne kadar bu bize delilik olarak görünse de) “dünyayı atalarından değil, çocuklarından ödünç aldıklarına” inanıyorlardı. Çocuksu düşlerin saflığını kirletmeden ardıllarına teslim etmenin onuruyla gelmişlerdi. Onurlarını ayaklar altında çiğnetmeden azaldılar.Kitaplar kanıksayışların ve/veya unutuşların diliyle yazılmadı (Yazılanlar unutulmaya mahkum kaldı). Onların serüvenleri, kişilikleri ve özlemlerini anlatan cümlelerle yazıldı. Hoş birer hayalmişçesine okuduk kitapları. Yalın ve yalansız sevgilerine, inanç ve cesaret dolu mücadelelerine, keşfetme ve kavrama arzusuyla yanıp tutuşan bedenlerine hayran kalarak okuduk. Ama ne düşleyebilecek sevgimiz kalmıştı, ne de ilk elin tattırdığı duyguya bizi taşıyacak ellere tekrar kavuşabileceğimize dair inancımız. Yaşantımıza serpiştirdiğimiz küçük renkler, güzel kokularmışçasına okuduk kitapları. Ama onlar dünyamıza yabancıydılar. Onlarla karşılaştığımızda yaşadığımız ürküntüye aldırış etmeden, inadına kararlılıklarından vazgeçmeden ve sevgilerini esirgemeden azaldılar. –Ki çoğu zaman bu aldırışsızlıkları, esirgemezlikleri ve vazgeçmeyişleri getirdi sonlarını.-Bir zamanlardı. Bir zamanlar özne insandı. İlk elini kullandı, dokundu. Böylece insanlığına adımını attı. Şimdi ellerimiz nasırlı. Dokunuşlara karşı ürkek. Oysa onlar iyice azalmış olsalar da sürdürüyorlar narin ellerini uzatmayı.Dokunabilirsek eğer, hatırlayacağız. Hatırladıkça insanlığımıza “ilkel”in düşleyemeyeceği boyut ve zenginlik içinde tekrar kucak açmış olacağız. Evet! Şimdi yepyeni bir çağın başlangıcındayız. Sevgisiz dünyanın çocukları olarak büyüdük. Savaşların, depresif kişiliklerin, yok edilmiş umutların, yaşanmadan tüketilmiş aşkların ortasında büyüdük. Öyleyse şimdi sel olup taşma zamanındayız. Dokunuşun sıcaklığını bize taşıyanların daha da azalmasına dayanmaz artık yüreğimiz.


Ergün Şimşek2003
Edebiyat Atölyesi adlı dergide yayınlanmıştır

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder