17 Ağu 2009

BOLİVYA; YOLLARI TOPRAKTAN ÜLKE

Bilinmeyene yapılan her yolculuk serüvendir aslında. Her serüven ise yaşamaktır bir yönüyle özgürlüğü. Öyle bilinir, öyle anlatılır; zorlu etaplara sahip sporların ürünlerini satan markaların reklam sloganlarında ya da kimi şiirlerin kimi mısralarında... Anlatılanlardır ki kabul edilmeleri beklenir. Kabul ederiz. Kabullenişlerimizin gölgesinde yollara düşeriz.

Guayaramerin’i Brezilya’dan sadece bir nehir ayırıyor. Nehiri taksi-bot ile geçip, caddelerinde otomobil yerine motorsiklet trafiği bulunan bu küçük kente böylece varıyorum. Bolivya yolculuğumun ilk molasını Guayaramerin’de veriyorum. Çünkü 1500 km mesafedeki başkent La Paz’a normal koşullarda iki günde varabilirmişim. Beş gecemi bir otobüste geçireceğime hiç ihtimal vermemiştim.

Kızıl renkli toprak yol, yağmur mevsiminin izleriyle, kamyonların açtığı dev çukurlarla dolu. Yolun kendisi, iki yanındaki çayırlık alan ve çayırların ardında tüm görkemiyle uzanan orman, su ile kaplı. Dört otobüsten oluşan konvoyumuz çukurların önünde duruyor. Şöförler sulara girip keşif yapıyorlar. Geçiş stratejisi belirleniyor. Nihayetinde tüm yolcular çalışmaya başlıyoruz. Coca yaprakları çiğneniyor, machetelerle ağaçlar kesilip köprüler oluşturuluyor. Çamur deryasında düşe kalka itiyoruz otobüsleri, çekiyoruz halatları. Bedenimizi ve elbiselerimizi çayırdaki göletlerde yıkıyoruz. Yolcudan ziyade bir ekibiz. Hiçkimse kimseye yabancı kalmıyor. Herhangi bir sapağı olmayan, yemek temin edebileceğimiz bir ev bulabilmek için en az üç km yürüdüğümüz, yürürken jaguar gördüğümüz, suyla kaplı bu yolda yaşam, dostlukları zor zamanların yarattığını yeniden öğretiyor. Dört yeni arkadaş, Juan’ın dağıttığı coca yapraklarını çiğneyip sohbet ediyoruz. Soruyorum: “... Ya ben yanlış biliyorum sosyalizmi ya da bir sorun var bu işte. Ne Bolivya’da ne de Venezüela’da benim gördüğüm sosyalizm, benim bildiğim soyalizm değil. Nerede Morales’in sosyalizmi?” Costarica’lı kamyon şöförü yanıtlıyor beni: “üstüne başına bak! Zorunlu olmadıkları halde elele çalışan şu insanlara bak. İşte sosyalizm burada, böylesi toprak yollarda”. Susuyorum.

Kabullenişlerimin kabuğu, toprak yollarda çatlıyor. Yeni gerçekler sızıyor çatlaktan. Yola devam etmek için harcanan çabaya serüven adını taktığı anda dil, çabasına yabancıdır beden. Özgürlükle özdeş tutulduğu anda serüven, serüvenciye ait bir ayrıcalıktır özgürlük. Oysa ne çaba serüvendir, ne de özgürlük ayrıcalık.

Yaklaşık 3800 metre rakımda dağların arasına sıkışmış vadiye kurulu haliyle dünyada en yüksekteki şehir ünvanına sahip başkent La Paz. Herbiri colonial dönemin izlerini taşıyan meydanlar, kiliseler ve sokaklar içinde dolaşırken sık sık durmak gerekiyor. Kah bu rakımda yürümenin zorluğundan kahi mimari dokuda yaşayan hikayeleri okuma gereksinmesinden... Bu dinlenme anları ise yüzlerindeki kar maskeleri nedeniyle sadece La Paz’a has olan ayakkabı boyacılarının aradığı fırsat. “Güneş çok yakıcı olduğu için” diyor biri. Bir diğeri “utandığımızdan” diyor, “alaya alıyorlar bizi”. Asıl nedeni kim bilebilir?

La Paz’ın kar maskeli boyacı çocuklarının gözleri ile Rio beni’nin canlılarının gözleri aynı bakışları taşıyor. O bakışlar ki yabancılığınızı, giyim kuşamınız, fotoğraf makineniz ve tavrınızla ayrıcalıklı göründüğünüzü vurur yüzünüze. Bunu asla söylemezler. Ayakkabılarınızı boyamak, ellerindeki fosilimsileri satmak ya da uzatacağınız lokmayı kapmak, söylenmeyen sözden daha önemlidir onlar için. Gözlerine tezattır gülüşleri. Yayınlanmaz o bakışlar belgesellerde.

Oysa yaban hayat belgesellerini seyretmek keyif, dinlemek eziyet verirdi bana. Etçil hayvanın yaşamasının tek koşulu avcılığıdır. Bilirler. Yine de “öldürmeye programlananlar” (programlayan kim?) ya da “kusursuz katiller” (hangi cinayetten sorumlular?) gibi adlar verirler. Sosyal darwinizm, “büyük balık, küçük balığı yutar” buyuruyor. Lakin hiçbir belgesel, küçük balığın soyunu sürdürebilmesine sebep gücünden dem vurmuyor. Güce tapmayı algıda meşru kılan bu üslup ise, teknik hatadan kaynaklanmıyor. Afrika atasözüdür; “aslanlar kendi tarihçilerini yetiştirinceye kadar destanlar avcının zaferlerini yazacaktir” der. Saygı duyduğum yabanıl dünyayı, dünyaya yabancılaşmamış kelimelerle okumak istiyorum. Rurrenabaque’ye varıyor, Rio Beni turuna katılıyorum. Yağmur mevsiminde taşmış, ormanı kaplayan bir göle dönüşmüştür Rio Beni. Ağaçların yeşilinde, göğün mavisinde ve sudaki huzurdadır güzelliği. Rengarenk kuşlar, İncalarca yeraltının koruyucusu sayılan yılanlar, timsahlar, maymunlar... Nice türde, nice canlısı ile yalın ve yalansız hayatın yurdudur. Kano ağır ağır ilerler. Bir yaşamdan diğerine ulaşır, gözleri ile karşılaşırsınız. Her bir karşılaşmada belgesellerden bir nebze daha uzaklaşır, saygıya ve sevgiye bir adım daha yakınlaşırsınız.

Sevgiye yakınlaşmanın bir başka durağı, Altiplano’da bulunan Tititcaca gölü ve gölün kıyısında yeralan Copacabana kenti olacaktır. 4000 mt rakımı ile dünyanın en yüksekteki gölüdür bu deniz misali büyük mavi. Aymara dilinden alır adını. Titi, pumadır. Caca ise gri ve taş anlamlarını taşır. Yeryüzünün koruyucusu sayılan puma, buralarda yaşarmış. Artık ayak izlerine rastlanmıyor toprak yollarda. Lakin onu kutsayanlar Altiplano’da geleneklerini yaşatmayı sürdürüyorlar. İsla del sol’u bir uçtan diğerine yürüyüşümde yaşamaya devam eden geleneğin izlerini sürüyorum. Mısır ve patates tarlalarından geçip, samandan yapılma teknelerle samandan yapılma adalarına varıyorum. Usullerince pişirdikleri alabalığı yiyor, mısırdan üretilen “chicha” adlı içkiden yudumluyorum. Pre-inca kültürün vatanında Urulardan, Aymaralardan, Tiwanaculardan miras kalan eşyaları tanımak için ise ispanyol sömürgeciliğinden miras binaların kapısından geçmek gerekiyor.

Toprak yollardan sızan gerçek, eskiyi paramparça etmiştir. Bolivya’nın bilboard’larında macera sporlarının reklam sloganları bulunmaz. Ve şiirlere ve duvarlara farklı sözcüklerle işlenmiştir özgürlük. Potosi’de bir duvarda okumuştum bu sözcüklerden bir örneği: “Bienvenidos a mi utopia! Respirar (Hoşgeldiniz ütopyama! Nefes almak)

1546 yılında Potosi dağında ilk gümüş damarı bulunduğunda kimse kıta tarihinin felaketlerinden birinin satırlarının şekillenmeye başladığını öngöremezdi. Dünyanın en büyük gümüş madeni XVII. yüzyılda Potosi’yi 160 bin nüfuslu bir kent kılmıştı. Ne var ki zenginliğin ve nüfusun büyümesine orantılı olarak ispanyol garnizonları ve katedralleri de büyüyecekti. Hayranlık uyandıran bu mimari yapılarda dolaşıyorum. Binlerce yerli madencinin galerilerden haftalarca çıkmadan çalıştırılmalarının, dolayısıyla da coca yaprağına mahkum ölümlerinin nedeni idiler. Bilmeseydim eğer felaketteki misyonlarını, güzelliklerine hayranlığımı yazardım.
Delik deşik edilmiş dağın galerileri boş artık. Turistlere hizmet ediyor maden. Ve birkaç yüz madenci, talandan geriye kalan kırıntıları toplamaya çalışıyorlar. Turistlerin ikramı coca yaprakları ile cola’ları tebessümle kabul ediyor, o aynı tebessüm ile objektiflere poz veriyorlar. Lakin objektiften çıkan görüntüde, yüzlerindeki derin çizgiler tebessümlerinden daha belirgin duruyor.

Bolivya’da şehirden şehire ilerledikçe kentleri birbirlerine bağlayan bütün yolların topraktan olduğunu anlarsınız. Her yol ayrı bir hikayedir ve her hikaye, yeni gerçeğin ayrı bir kesitini sunar size. İstemsiz birleştirirsiniz kesitleri. Santa Cruz ülkenin en modern şehridir. Bir nevi Avrupai yaşamlar konağıdır. Ve Avrupai yaşamlar konağından aldıkları emirlerle ilerleyen U.S. Rangers’lar önderliğindeki ordu, Yuro ırmağı yatağında kuşatır onyedi insanı. Son fotoğrafında Ernesto Che, Higueras köyünde bir çamaşır teknesinin üstünde yatmaktadır. “Yaşamak, kendini vermektir” diyen insan, kendisini Bolivya’da vermiştir hayata.

Sucre şehrinin hikayesi ise “casa de la libertad” (özgürlüğün evi) müzesinde çıkar karşınıza. Bağımsızlık için savaşmış pekçok asker ve gerillanın resimlerinin asılı olduğu bir odada, köşesine “ilk bayrak” etiketi iliştirilmiş bayrağa takılıyor gözlerim. 1825 deki savaşta İspanyol imparatorluğunun sancağı Mareşal Antonio Jose de Sucre’nin ayakları dibine düştüğünde, İspanyolların kıtadaki egemenliği son bulmakla kalmayacak, Bolivar Cumhuriyeti adlı yeni ülke de mareşalin yanıbaşında dalgalanan bu bayrakta doğacaktı. Savaştan savaşa taşınan bayrak, lime lime olsa da, hala güclü duruyor. 190 adet darbeye sahne olmuş, bereketi, yıkımının nedeni bu topraklar gibi... Yeni bayrağı ve yeni lideri ile toprak, kendi küllerinden beslenerek yeniden dirilmeye uğraşıyor. Dinmeyen acılarını, yoksun olduğu özgürlüklerinin yankısı bilen insanın özgürleşme çabası gibi...

Ahmet Telli imzalı bir şiirdir soluk soluğa. “Büyük aşklar büyük yolculuklarla başlar/ ve serüvenciler düşer bu yollara ancak” sözleriyle başlar. Belki sevdiğimden ezgisini, belki de çağrıştırdıklarından dolayı toprak yollar boyunca pek çok kez açtım bu şiire ait sayfaları. Şehirlerin hikayeleri anlatmaya yetiyordu serüven kelimesinin nelere tekabül etmediğini. Halbuki bilmek istediğim, neye tekabül ettiği idi. Salar de Uyuni’ye vardığımda öğrendim.
Ortalama 4000 mt rakımda bir bölge Salar de Uyuni. Güneyde Atacama çölü tarafından, kuzeyde de dağlık alanlarla sınırlanır. Volkanik hareketlerin meydana getirdiği tabii oluşumlar ve binlerce km2’lik alana yayılmış tuz havzası ile sürreal bir coğrafyadır. Bembeyaz sonsuzluğun ortasında devasa kaktüslerle kaplı bir adayı, rüzgarın taştan yonttuğu bir ağacı ya da Salvador Dali’nin resminde yer alan bir peysajı (ki bu peysajın bulunduğu alanın adı da Dali kayalıklarıdır) rüyalar dışında sadece Salar de Uyuni’de görebilirsiniz. Colorado Gölü’nün renk cümbüşünü, rüzgarın esintisiyle rengi yeşile dönen Laguna Verde’yi (yeşil göl) ve varlığınıza aldırmadan göllerde dolanan flamingoları büyülenmiş bakışlarla izlersiniz. Lamaların uzaktan akrabaları vicunialar ürkek ve güzel bakarlar. Sabahın dondurucu soğuğu etkisini yitirir gayserlerden fışkıran su buharları karşısında. Volkanlardan çıkan dumanlar tedirgin etmez. Kısaca sürreal bir tablodur Uyuni.

Ve sürreal tablolarda sürreal yolculuklardır serüvenler. Özneldirler. İnsanın kendisi ile oynadığı bir çeşit kumar; kazanan da kaybeden de oyunu oynayan olacak. Hayatın rutin seyrine, makineleşmiş zamanlarımıza toplumsallık ölçeği bulunmayan isyanlar; bizi yadsımayan ben, beni ezmeyen biz, kısmen bu sayede bütünselliğe kavuşacak. Büyük aşklar gibi...

Artık bir ülkenin daha sınırındayım. Villazon Bolivya’nın Arjantine açılan kapılarından birisi. Sırt çantamın yükü ağır fakat yüreğimde ve zihnimde birikenler sanırım çok daha ağır. Ağırca nehirin öte yakasına bakıyorum. Arjantin’in La Quiaca şehri, ışıklarını yakmış, asfalt yollarına çağırıyor. Bir köprü ve iki yakasında iki şehir... Köprünün üzerinde sınır kapıları bulunuyor. Sınır kapılarının ardları sıra uzanan döşemesi farklı yollar, hikayeleri farklı tarihler birbirlerine bakıyor. Sabahın serinliğinde yüklenip macerapersest etiketi niteliğindeki sırt çantamı, usulca yürüyorum köprüye. İşte hoşçakalın stampı. Ve işte hoşgeldiniz kaşesi... Sınırların ortadan kalktığı zaman mıdır yoksa gerçek özgürlük? Öylesi günleri düşünmeden edemiyorum. Dudaklarımda tatlı bir tebessüm, toprak yollara veda ediyorum.

Ergün ŞİMŞEK ;
Ekim 2008'de Radikal Gazetesinde yayınlanmıştır

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder