27 Ağu 2009

LATİN AMERİKA GÜNCELERİ 1: ECUADOR (EKVADOR)














1. LATACUNGA-(04.02.2008)





Terminalden indiğimde canım çok sıkıldı. Aslında Eski Quito benzeri bir şehirle karşılaşacağımı umut ediyordum. Ama her yönüyle harap bir şehir karşıma çıktı. Atölyeler, atölyeler ve yine atölyeler... Sanki Gültepe'nin, Çeliktepe'nin, Kağıthane'nin en büyüğü 3 katlı olan binalardan teşekkül, benzeri bir doku... Herşey o nehri geçen köprüden, o semt pazarından geçip otele doğru ilk trafik ışıklarından dönene kadar... Ve evet, yine tarihi bir doku. Quito'daki kadar bakımlı olmasa da binaları yine de insanı geçmişe götürmeye yetiyor.
Yerleştiğim hostelin adı: "Hotel Estambul". Soruyorum sahibesine; neden bu isim? Uzun uzun anlatıyor. Çok anlamıyorum ama sürekli olarak anladığımı ima edecek şekilde kafamı sallıyorum. Otel sahibesinin babası vakti zamanında bir Türk ile birlikte çalışmış. Çok iyi arkadaş olmuşlar. (Lakin bu ortaklaşmanın ve bu çalışmanın hangi ülkenin hangi şehrinde gerçekleştiğini sormadım) Otelin adını arkadaşının anısına koymuş.
Quito'daki hostelden çok daha bakımlı ve güzel. Üstelik daha da ucuz (7 usd). Ekvator'da gördüğüm pek çok tarihi bina gibi bu da açık bir avluyu dönüyor. Avluya bakan açık koridoru olan dikdörtgen forma sahip kagir bir yapı. Üç katlı, fakat üçüncü kata çıkan merdivenler karşıma çıkmadılar. Belki de oda sandığım bir mekanda, oda kapısı sanığım bir kapının ardındadır. Kaldığım oda ile ortak duş ve tuvaletlere açılan antrenin tahta döşemesi her adımımda gıcırdıyor. Sanırım ne bu ses ne de bu sesi asgariye indirmek için attığım özenli adımların çilesi aklımdan hiç çıkmayacak.
Üç gece kalacağım burada. bir gün Cotopaxi'ye, bir gün Quilotoa'ya ve bu ilk gün de şehri gezmeye ayıracağım.
Aslında zamanlama olarak kötü bir günde geldim Latacunga'ya. Nedendir bilmiyorum ama bütün dükkanlar kapalı. Hostel sahibesi karnavaldan dolayı olduğunu söylüyor. Yarın karnaval günüymüş. Cotopaxi'ye tırmanacağım günle çakışması benim adıma talihsizlik. Belki son demlerini yakalarım eğlencenin. Şehri gezerken dikkatimi çekmişti çocukların birbirlerine su fırlatıp durması. Yarına dair bir ipucu imiş. Fotoğraf çekme sevdasıyla ıslanmak ya da ıslanmamak; işte bütün avuntu burada...
Şehrin eski yüzünde dolandıkça içimi bir huzur kaplıyor. Tarih ne denli kanlı geçmiş olursa olsun, geçmişinden arındırılıp siluetleri ile buluşulduğunda yakalanan şey huzurun kendisi oluyor. Özellikle de sokaklar böylesine sessizse... Bitişik nizam kagir binalar, o bir sokak boyu benzerliklerle sıralanmış pencereler, kapılar, renkler, dokular... Bu şehrin insanları da bu sokaklardan geçtiklerinde, acaba böylesi duyguları yaşıyorlar mıdır? Hiç sanmıyorum. Yabancı olmak, turistçe ya da entelektüel denebilecek arayışlarla sokakları adımlamak öyle görünüyor ki bu bakışlara sebep. İstanbul'da da Balat'ta, Kadırga'da, tarihi yarımadada yürürken benzer duygulara kapıldığım olurdu. Kimi zaman ise iş telaşı, zamanın hızı, hayatın gündelik ve ivedi sorunları geçit vermezdi tatlı bir tebessüm eşliğinde siluetlerin seyrine dalmaya. Ezilenleri, dışlanmışları görmekten, siluetlerin sessiz şarkısını dinlemeye yer kalmazdı kimi zaman. Ve gördüğüm her ne olursa olsun dışarıya ait (dolayısı ile de yabancı) ve entelektüel bir kimlik kuşanmış (dolayısı ile de kendiliğinden olmayan) gözlerle görülendi. İstanbul'da ya da burada gözler aynı göz, bakan aynı insan... Mekanın sahibi gözler ise eminim ki kurtulmak istiyorlardır içinde yaşadıkları dokudan. Onların gözleri gökdelenlerdedir... Hayatın ve modern toplumun acımasız çelişkisi bu.
...
(05.02.2008) VOLCAN COTOPAXI
Sabahın erken saatinde geliyorum tur firmasının önüne. Bir gün önce görüşmüştük. Tek başıma bu tura çıkmam imkansız gibiydi (Yol çok uzundu ve milli parka araçsız giriş yapılmıyordu) Diğer taraftan tur firması ile tek kişilik anlaşma yapmak da mali açıdan sıkıntı yaratıyordu. (Zirve tırmanışı için 200 USD) Neyse ki şansım yaver gitmişti ve ben firma yetkilisi ile görüşürken Amerikalı bir çift de bu tur için danışmaya gelmişti. Üçümüz ortaklaştık. Kişi başı 45 USD karşılığında anlaştık ve şimdi yoldayız.
Rehberimizin adı Don Marcelino. Elli yaşından geçkin, yüzünden bilgeliğin ve sevecenliğin aktığı bir insan... Yol boyunca bize geçtiğimiz bölgelerin isimlerini, haklarındaki kimi ayrıntıları anlatıyor. Milli parka giriş yaptıktan sonra karşımıza çıkan sisin dağılması için büyü yapıyor. Ve böylece büyünün ve anlatının eşliğinde varıyoruz ilk durağımıza. Burası milli parkın müze binası. Ahşaptan yapılma, tek mekandan oluşmuş küçük bir bina. İçerisinde Cotopaxi Volkanı hakkında bilgiler bulunan grafik afişler, milli parkı ve dağı anlatan bir adet maket, kartpostallar ve bir kaç tane içi doldurulmuş hayvan (bir condor, bir tilki ve bir geyik) var. Rehberimiz bahçedeki kimi bitkiler hakkında bilgi veriyor. Bazılarının endemik özelliği varmış. Bir tanesinin adı 'Sauco' /Solanum oblongifolium. Vagual adındaki ağaç kağıt yapımında kullanılıyormuş. İyileştirici niteliği olan bir ağaçtan bir kaç yaprak alıp alamayacağımı soruyorum. Marcelino kendi elleriyle usulca kopararak veriyor yaprakları. Latin Amerika’dan İstanbul'a yol arkadaşım olacak ilk yapraklar, bu şekilde sözlüğün sayfaları arasındaki yerlerini alıyor.
Müzede bir başka yerli ile karşılaşıyoruz. Don Marcelino'nun arkadaşı olan bu adam bir şamanmış. Elini karnımın üzerinde tutarak bir şarkı mırıldanmaya başlıyor. Şaman duaları oldukça mistik ritimlere sahipler... Neler dediğini anlayabilmek, şarkıyı ve sesi kaydedebilmek isterdim. Ancak her şey bir anlık şaşkınlık ve mutluluk hızında gelişti.
Yeniden binerek jeep'imize devam ediyoruz yolumuza. Bulutlar hafif hafif dağılıyor. Don Marcelino manalı bakışlarla gülümsüyor bana. Bu dağılmanın büyüden kaynaklandığına inandıracak denli güzel bir gülüş... Fotoğraf çekmek için yer yer durarak, engebeli arazide ağır ağır ağır ilerleyerek çıkıyoruz yukarıya. Jeep ile gidilebilecek son noktaya kadar...
Cotopaxi Volkanı 5900 metreye yaklaşan bir yüksekliktedir. Bizim durduğumuz nokta ise 4400 metre imiş. Karşımda kül ve yanmış kayalardan oluşan kızıl-kahverengi dik bir yamaç var. 4800 metre rakımda kurulu olduğunu öğrendiğim tek katlı büyükçe bir binanın seviyesine kadar devam ediyor. Binadan sonrası ise kar ve buzulla kaplı daha dik görünen ikinci bir yamaç... Bu bina zirve tırmanıcıları için yapılmış. Oksijensizliğe ve basınca vücutlarını alıştırmak için bir gecelerini burada geçiriyorlarmış. Böylesi bir yükseklikte ağaç bulunmaz. Sadece otlar ve küçük çalılar ki onlar da arabamızın park ettiği yerde sona eriyorlar.
Don Marcelino dönmemiz gereken saati söylüyor ve biz onu arabanın yanında bırakarak yürümeye başlıyoruz. Amerikalıların kondisyonları çok iyi. Teçhizatlarından da anladığım kadarı ile profesyonel dağcılar. (Binada yemek molası sırasında konuştuğumuzda Şili'deki oldukça yüksek bir dağa tırmanış amacıyla antreman yaptıklarını söyleyerek bu düşüncemi doğrulamışlardı) Doğal olarak geride kalıyorum. 20-25 metre yol alıp 2-3 dakika dinlenerek yürümek zorundayım. üstelik yamacı dikine tırmanmak bir çılgınlık olacağından geniş zigzaklar çizerek yürüyoruz. 400 metrelik yol uzadıkça uzuyor. Ama neticede başlayan her şeyin bir sonu var. Nihayet binanın taş bahçesinde kollarım bahçenin alçak duvarına yaslanmış manzaranın seyrindeyim:
Gördüklerim nasıl dile gelir bilmiyorum. Soğuk ve sert esen rüzgarın içinde bulutlarla yüz yüze, dünyanın üzerindesiniz. Bulutlar ara ara açıyorlar perdelerini ve dünyayı görüyorsunuz. Müzede gördüğüm tilki-çakal karışımı hayvan işte 15 metre kadar aşağımda kayaların arasında dolanıyor. İnsanlara ve insan atıkları ile beslenmeye alışmış. Kendisine doğrultulmuş objektifleri umursamıyor.
Daha da yukarılara çıkmak arzusu ile doluyor yüreğim. 200 metre kadar bir mesafeyi daha tırmanıyorum. Başımın dönmesine, tansiyonumun düşmesine aldırmadan... uzun molalar, kısa adımlarla... Artık buzulların eşiğindeyim. Daha ötesine bu teçhizatla istesem de tırmanamam. Bir kayanın üzerine oturuyorum. Bulutlar bir kapanıyor bir açılıyorlar. Bense romanımdaki şamanım, kuzeyin hikayesindeyim. Bir akbaba gibi göğe kanat açmak, bir condor gibi gökte süzülmek istiyorum. Öylece gözlerimi kapatıyorum.
İniş her zaman için çıkıştan kolaydır. İniş vaktimiz çabuk geliyor ve hızlı adımlarla gerçekleşiyor. Marcelino o hiç eksik olmayan gülüşü ile selamlıyor bizi. Yeniden binip jeep'e dönüş yoluna koyuluyoruz. Bu yemyeşil, bu alabildiğine geniş vadiyi gelirken neden görmedim? Sisten mi? Yoksa farklı bir yoldan mı dönüyoruz? Bilmiyorum. Bildiğim tek şey manzaranın seyrine daldığım... Hiçbir şey düşünmeden, hayranlıklar içinde bakakaldığım... Küçük bir gölün kıyısında kısa bir mola ve yeniden jeep... Oysa ne çok isterdim 'ben yürüyerek geleceğim siz gidin' diyebilmeyi.
Bir kez daha kapanıyor arabanın kontağı. Don Marcelino küçük bir ağaç kümesinin içinden geçiriyor bizi. Tabii ki buradaki bazı ağaçlar ve çalılar hakkında bilgi vermeyi ihmal etmeden.. Topladığı naneleri koklamamız için bize pay ederken 'siz bu patikadan yürüyeceksiniz ben sizi aşağıda bekleyeceğim' diyor. Uyuyoruz denilene. Patikanın sol yanı derin bir kanyonla sınır oluşturuyor. Sağ yanımız ise ağaç kümeleri ile kaplı. Her bakış noktasında durarak, farklı görünen her bitkiyi koklayarak yürüyoruz. Doyumsuz esintiyi yanımıza alarak... Hayallerimizi ve umutlarımızı manzaranın eşsizliğine serpiştirerek... Müzenin bahçesine vardığımızı geç de olsa fark edip rehberimizin gülüşü ile karşılaşana dek...
Mutlu ve yorgun bir halde binerek aracımıza ayrılıyoruz milli parktan. Rehberimiz karnavaldan dolayı anayolda trafiğin tıkalı olacağını, bu nedenle de arka yollardan bizi şehre götüreceğini söylüyor. Farkında değil belki ama bana son büyük güzelliğini böylece yapmış oluyor. Kızılderili köylerinin içinden geçiyoruz. Tarlalar, tarlalarda çalışanlar, sokaklarda oynayan çocuklar... Yoksul, doğal, içten... Yerliler yüzyıllar boyunca değişmeyen bakışları ile oradalar. Mahsun, hüzün dolu ve mağrur... Meraklı, çekingen ve derin... Onlarla birkaç saati birlikte geçirmek... ne güzel bir düş!
Ve karnaval... Ne bir geçit töreni ne de kostümlü insanlar gördüm. Kamyonetlerin arka bölmelerine yerleştirilmiş fıçılar ve variller dolusu su ile bu suları birbirlerine fırlatmaya çalışan insanlarla dolu her yer. Çatılara, kapı arkalarına, duvar diplerine ellerinde su dolu taslarla pusu kurmuş insanlar gözlüyor yolları. Anlıyorum ki bu adını bilmediğim karnaval bir şehrin (belki de bir ülkenin) su savaşı şenliği. Yayaların hiç şansı yok. Çatıları kollarken yollardan, sokak aralarından ya da kamyonetlerden fırlatılacak sulardan kurtuluşları imkansız. Yediden yetmişine bir şehrin ve belki de bir ülkenin insanlarının katıldığı bir oyun bu. Kahkahalar içinde ıslatıyorlar birbirlerini. Bana en komik gelen ise kamyonetlere düzenledikleri saldırılar. Çünkü kamyonetler ve kamyonet savaşçıları en azılı düşman olarak görülüyorlar. Doğaldır ki bizim jeep'de yeterince nasibini alıyor sudan. Neyse ki küçük bir dalgınlık dışında genellikle camlarımızı kapalı tutmayı başardık. Eğlenceye ortak edilmek güzel bir duygu. Ve ben karnaval denilenin böylesi bir şey olacağını asla ummazdım.
Bu toprakların insanlarının yaşamlarına dair her gün yeni bir şaşkınlıkla yüz yüze kalıyorum. Hayranlığım ve üzüntüm iç içe büyüyor. Hayran oluyorum çünkü hayatları dalgalı bir deniz gibi kaotik. Karnavallar, tarih, varoşlar, bitmeyen gülümsemeler, bitmeyen süprizler büyük bir zenginlik... Üzüntüm büyüyor çünkü tarihsel seyrin son halkası olan neoliberalizm dahil, İspanyol istilasından bu yana bitmeyen, dinmeyen bir talan var. Afrika'yı görmedim lakin buradaki doğal kaynak zenginliğinin bu coğrafyanın insanlarının, özellikle de yerlilerin mahvına sebep olduğu çok açık. Ve biliyorum ki yetinmeci, eylemsiz bir hüzün, camide, kilisede, sinagogda dua etmek gibidir. Vicdanı rahatlatıp, sorumluluğu ortadan kaldırır. Ne vicdanım ne de kalbim yetinmeci olmalı... Bir emekle beslenmeli muhakkak; bir çığlık, bir yumrukla...
Şu anda bedenimin en güçlü parçası kalem tutan, deklanşöre dokunan parmaklarım. Benim için, sorumluluklarım adına akmalı kağıda, ışığı ve duyguyu buluşturabilmeli kağıtla. Ve paylaşmalı ve ulaştırabildiğince ulaştırmalı... Ve dinmeden, ve yorulmadan uğraşmalı...
...
(06.02.08) QUİLOTOA
Yine saat sabahın 8.00'i ve yine aynı tur firmasının önündeyim. Bu sefer yolculukta bana rehberlik edecek kişinin adı Louis. Kırk yaşlarında sakin yapılı bir insan. Cotopaxi yolculuğuna nazaran döküntü sayılabilecek pikaba atlıyor ve çıkıyoruz yola. Latacunga'dan Cotopaxi'ye doğru bir miktar gittikten sonra batıya sapıyoruz. Yemyeşil bir doğa ve köyler ve köyler... Döne döne bir dağı tırmandığımız sırada Louis bana çok uzaklardaki bir duman kütlesini gösteriyor. Bulutları deliyor gri duman. Tungurahua Volkanı (5016 metre) faaliyete geçmiş. Gümbürdemeleri bu denli uzaktan duyulabiliyor (Louis'in dediğine göre 90 km uzağındaymışız). Bir kaç fotoğraf karesi almak istiyorum. Durduruyor uygun bir yerde arabayı. Manzara tarifsiz. Aşağımda sere serpe bir yeşillik, yeşilliğe dağılı minicik köy kümeleri ve uzaklarda iki dağ; birisi karlı tepeleri ile Cotopaxi, diğeri homurdanarak püskürttüğü gri dumanlarla tungurahua deliyorlar pamuksu bulutları. İki volkanın arasında kalan uçsuz ova evler ve tarlalarla, yeşilin her tonu ile, kare kare desenlenerek işli bu tabloya.
Yol uzun. Devam ediyoruz. Bir yılan gibi kıvrılan, aşamadığı her engelin (bu kah bir kanyon, kah bir kaya, kahi bir şelale oluyor) etrafını dolaşarak ilerleyen yol, başımı döndürüyor. 100 metre gidebilmek için 300 metre gidiyoruz. Ama razıyım bu duruma. Çünkü uzadıkça yolum, tarlalarda çalışan yerlileri, çobanları, lamaları ve o sazdan kulübeleri her biri farklı bir fotoğraf karesiymişçesine farklı bakışlarla yakalayabiliyor, nefes nefes içime çekebiliyorum.
Sazdan kulübeler... Her tarlanın kıyısında bir tane var. Louis bu kulübelere 'Chosa' dendiğini söylüyor. Dediğine göre içlerinde tarlalarda çalışan köylüler (ki hepsi kıta yerlisi) yaşıyorlarmış. Hepsi tek göz odadan ibaret, bazıları öylesine küçük ki üç kişi yan yana zor sığar. Nasıl yatacaklar? "Mutfak, yatak alanı, yaşama alanı hepsi o gördüğün tek göz" diye cevap veriyor bana. "Hayvanlar da chosa'nın içinde sahipleri ile birlikte barınır" diyerek ekliyor.
Aslında mekan boyutu bu denli küçük olmasa algılanması pek de zor bir durum değil. Çocukluk zamanlarım, üvey babaannemin yanında köyümün yaylasında geçirdiğim günler geliyor aklıma. Nihayetinde bizim yaylamız da tek göz odalardan teşkil evlerden oluşuyordu. Hem salon, hem yatak odası hem de mutfak olan bu mekanda iki-üç adet inekle birlikte geceliyorduk. Ben, ağabeyim, babaannem ve bazı zamanlarda yanımıza gelen amcam... Tuhaftır ki annem ve babamın o yayla evinde yanımızda geceyi geçirdiği bir gün yok hafızamda. Hatırlayabildiğim tüm görünümler taş evin taş duvarlarının yarıklarından ve daha da önemlisi ocak yerinin üstünde baca vazifesi görmek üzere düz toprak damda açılan kare biçimli delikten süzülerek içeri dolan ışık huzmeleri gibi… O huzmelere elimi tutardım. Beyaz ve avucumun içinde yuvarlaklaşan parlaklığı yakalardım. İneklere pek yaklaşmaz onlar içeride iken kapıda dururdum.
Chosalar her ne kadar yayla evlerine benzeseler de çok farklılar. Çok küçükler. Baktıkça acaba toprağın altında genişliyorlar mı diye sormaktan kendimi alamıyorum. Birbirlerinden metrelerce uzaktalar. Köyde tarlalarda orakla biçilen, yaba ve tırmıkla öbekler haline getirilip traktöre-kağnıya yüklenecekleri vakti bekleyen ekin yığınları bile daha yakındır birbirlerine. Yaylamız ise zaten bitişik nizam evlerden örülü bir mahalle gibiydi. Böylesine bir başına, böylesine derme-çatma gözükmüyordu.
Yol boyunca sürekli olarak lamalar, koyunlar ve eşeklerle karşılaşıyorsunuz. Tabii ki çobanları da yakınlarında… dikkatlice selamlıyorlar bizi. Chosaları geçtikten sonra birbiri ardına sıralanmış köylerden geçiş seremonimiz başlıyor. Karadeniz'de gördüğüm köyler gibi buradaki köyler de birbirlerinden uzağa kurulmuş evlerden oluşuyor. Arada sırada denk geldiğimiz kasabalarla görüntü tamamlanıyor. Dağların bitimleri ve ovalar kasabaların yurdu; dağların yamaçları ise köylerin.
Derin ve uzun bir kanyona paralel giderek devam ediyoruz yolumuza. Yol boyunca kıpkırmızı çiçekleriyle kaktüsler, kaktüslerin ardı sıra uzanan yeşillikler boyunca kimisi işinin gücünün derdinde, kimisi serilmiş çimlere siesta yapan yerliler... Kimisi umursamıyor aracımızı, kimisi ise merakla bakıyor peşimiz sıra.
Araba hareket halindeyken bir kaç fotoğraf çekiyorum. Louis istediğim anda durabileceğimizi söylüyor. Aslında hoş fikir inip biraz yürümek, ama yaklaşık bir buçuk saattir gidiyoruz ve daha ne kadar gideceğimizi bilmiyorum. Günümün çoğunu krater gölüne saklamak istiyorum.
Ve böylece yeni bir dağı döne dolana tırmanmaya başladık; o aynı siluetler, aynı görünümler arasından geçerek yol aldık. Güneşin bulutların izin verdiği her anda yakıcılığını tepemizde hissettirişi altında sonunda Quilotoa tabelasını gördüm. Zaten yer yer düzgün bir asfalt yer yer de savaş yaraları ile dolu stabilize bir yol konumundaki eğri büğrü çizgi de burada bitiyordu.
Aracımızı yolun bitiminde başlayan toprak zeminli futbol sahasının korner noktasına park ederek yürümeye başladık. Rüzgar üşümemize neden olacak denli sert, güneş ise yakıcı idi. İki insanın yan yana yürümesine izin vermeyecek genişlikteki yarıktan geçerek devam ettik yolculuğumuza. 30-40 adım bu yarığı geçmek için .. ve işte Quilotoa...
Dört tarafından dik ve yüksek tepelerle kuşatılmış olan krater gölü tüm ihtişamıyla aşağımızda duruyordu. Göle inmek için bir tek patika yol vardı. Nedendir bilmiyorum ama ilk başta inmek istemedim. Louis, şaşkınca bana bakıyordu. Göl bulunduğumuz noktadan destansı görünüyordu ve ben emindim; kıyısına indiğimde çekiciliğini yitirecekti. Yitirmek istemiyordum.
Kısa bir konuşma sonrasında inmeye ikna oldum. Dönüş yolculuğuna akşam 4.00'de çıkacaktık ve başkaca bir ziyaret yerimiz yoktu. İki saat geliş, iki saat dönüş dört saatte gölün etrafında dilediğince dolaşma şeklinde yapılmış program. Aşağıda geniş açı kullanarak iyi kareler yakalayabilirim düşüncesi ile kendimi motive ederek Louis'e "tamam" dedim.
Ve böylece Louis arabanın başına, ben de o tek patika yoldan döne dolana aşağıya doğru inmeye yollandık. İtiraf etmeliyim ki iniş yolunun kimi noktalarında, özellikle de kayalar arasından geçiş sağlayan koridorlarda ürpererek ilerledim. Sanki her an bir puma o kayalardan üzerime atlayacakmış hissi içinde, gözlerimi kayaların tepelerinden ayırmaksızın sürdürdüm inişimi. Bir yandan da iyi ki termal içlikleri giymemişim, çantamı hafif tutmuşum diyerek teselli buluyordum. Öyle ki ben inerken çıkış yapmakta olan iki turist kızın hali içler acısıydı. Sırtlarında kocaman çantaları, ayaklarını sürüye sürüye ilerliyorlardı (daha sonra düşündüğümde çıkışta bu şekilde yürümenin çok akıllıca olduğunu anlayacaktım. Çünkü nefeslerini kontrol etmelerini sağlıyordu)
Bir kez daha ispatlanmıştır ki iniş her zaman çıkıştan daha kolay ve daha hızlıdır. 15 dakikada kıyıya varmıştım. Düşündüğüm gibi: Daha az cazip... Fakat böylesi bir gölün kıyısında öğle yemeği yemek de büyük bir keyifmiş; anladım. Bir kaç fotoğraf, lamadan portre, ağacın gölgesinde serinlik, boğanın beni delen bakışları, benim boğanın bağlı olduğu ipin mesafesinin dışında olup olmadığıma dair hesaplarım, kısa bir kıyı yürüyüşü.. ve derken çıkış vakti...
İşin zor kısmına, güzelliğe ulaşmanın bedeline merhaba! Cotopaxi tırmanışımın bir tekrarı gibi gelişiyor her şey. Hızlı adımlarla başladığım tırmanış eğimin az olduğu kısa mesafe boyunca sorunsuz geçiyor. Gerçi turist kızlar gibi ayaklarımı sürümedim hiç ama onlar gibi süreklilik de arz etmedi tırmanışım. 20-25 metre boyunca atılan adımlar sonrasında 2-3 dakikalık soluklanmalarla... (Aslında bu benim tercihim değildi. alışkanlığımın sonucuydu. Yetersiz oksijen ve daha da yetersiz kondisyonun varacağı tek konak!) Tırmanışım sırasında karşılaştığım ve gülümsemelerle selamlaştığımız turist çifte içimden "ben sizi tırmanırken de görürüm" demekten alamadım kendimi. Böylece 15 dakikalık patika artık bir saatten daha uzun süren patikaya dönüşür. Bana çok hoş bakış noktaları ve çekim açıları sunmasını bedelini zorluğuyla ödetmiştir. İki yerli çocuğunu, atlarını göl kıyısına indiren yerliyi ve gölün kenarında bana serinliğini veren yalnız ağacı bu açılarla yakalayıp fotoğrafladım.
Louis'in yanına vardığımda daha gezip gezmeyeceğimi sordu. Neticede hala vaktimiz vardı. Gezeceğim. Ancak nereye? Bir kenarı göle bakan ve gölü kuşatan sarp tepelerin zirvesince dolanıyor izlenimi veren patikaya çevirdim adımlarımı. Güzel bir yoldu. Ne var ki karşılaştığım her yerlinin avuçlarını uzatarak para istemesi ve üstelik çok fazla ısrarcı olmaları insanı ziyadesiyle boğan bir durum. Hele ki bir de fotoğraflarını çekmişseniz artık yaşadığınız eziyete ısrar diyemezsiniz. Üstümde bozuk para yoktu. Olsa bile vermem doğru bir tutum olmazdı. Çünkü bir kere para verirsem bir tanesine, tüm köy ardıma düşerdi. Isrardan usananın yolu kısa olurmuş. Geriye köy içinde kısa bir tur ve sonrasında ellerim cebimde, başım önümde arabaya dönüş kalıyor.
Saat henüz öğlen sonrası olmasına rağmen dönelim diyorum Louis'e. Daha gezecek bir şey yok ve geliş yolumuzdaki enstantaneler zihnime doluyor. Manzaranın, yerlilerin, hayatların seyrine dalarak dönüyoruz.
Dönüş yolunda karşılaştığım en ilginç olay okul çıkışı evlerine dönen çocukların görüntüleri oluyor. en büyüğü 12-13 yaşlarında olan bu çocukların halleri Türkiye'deki köy okullarının hikayelerine benziyor. Bir köyden bir köye 3-4 km, belki de daha uzun bir yol... Hani benim ülkemde de özellikle kışları gazetelerde boy boy yer alır ya haberleri; Her gün 5 km yürüyerek okuluna giden çocuğun başarı hikayesi... ya da tersine o hikayedeki hüznün, hüzün dolu bir şarkı eşliğinde kelimelere dökülmesi.. İşte öyleler. Oysa bu konudaki en güzel sözü Galeano söylüyor:
"Yoksulluk hakkında konuşmaktan en çok hoşlananlar entelektüellerdir"
Benim gördüğüm çocuklar bir yoksulluğun hüzün dolu ezgisi eşliğinde yürümüyorlar. İhtimaldir ki bunu düşünmüy0rlar bile. Bu ülkede en alışıldık durum yoksulluk. Kırda, okula gitmek uğruna asfalt yol boyunca 3-5 km yürümek sadece bir alışkanlık... Geriye kalan çocuksu oyunlar... Araba yoluna, arabalar için çok tehlikeli olabilecek taşları yuvarlamak, şakalaşmak, arabalara el sallamak... Ve arabadakilere, bana bir umut bir hayal bırakmak...
Bu öyle bir umut ve öylesine bir hayaldir ki farkında olunmayanın farkındalığı, farklılıkların sentezi, hüznün tebessümüdür.. Hani o bildiğimiz çocuksu, saf tebessümler...
"Bir gün mutlaka"
...

Kimi İsimler
Sebastian de Benalcazar (Conquistador)
Antonio Sucre
Eloy Alfaroy
Simon Bolivar
Ruminyahui
Huayna Capac
Miguel de Santiago (Ressam)
Jaime Zapata (Ressam)
Espino blanco - Espino negro (Kaktüs türü)

26 Ağu 2009

YOKUŞ YOL

Gece sağır ve kör... Hırçın bir gölge avcısı... Gece çınarların uykusuzluğu kadar derin ve keder verici...

Böylesi bir geceydi; iç çatışmalarının ortasında geçici ateşkes imzalamıştı. Bulup dokunmak, hücrelerine işlemek istediği ışığın tarifinden yoksun, sezgilerinin komutlarına uyarak böylesi bir gecede ve ateşkesin sessizliği içinde almıştı kararını. Karanlıklar içinden bakıldığı zaman, ancak o zaman aydınlığın görülebileceğini düşünmekteydi. Aydınlık denileni düşlemekteydi. Biliyordu, gündüzün tarifi gecede saklıdır. Korkuyordu, herkesin korkusundan ne az ne de fazla. Fakat tereddüt etmedi yine de. Yüreğini dağlayan suskunluk yarasını dindirmek için değil, paramparça etmek, söküp atmak için böylesi bir gecede girdi bilmediği dünyanın derinliklerine.

İlk karar biraz görebilmek, daha çok ise hissetmek üzerine kuruludur. Öyle ki ilgi duyulan görülür ve soruların tanrısıdır ilgi. Sorular ise çoklukla duyulmak istenen cevapları verecek olanlara sorulur. İlk kararın başladığı yerde, bana ait olandan ötede başkasına, başkalarına ait olanlar vardır. O’nun başlangıcı da böyle olmuştu. Kendisini kapının diğer tarafına çeken güç yüreğinin savaşçılarına, savaşın şekillendirdiği sorulara ve sorularının sığınağı olanlara aitti.

Kalenin kapısından dışarıya adımını attığında ilk önce onları, gönlüne payanda kuranları gördü. Sonrasında diğerlerini... Kimisi şehrin sınırlarına varmış, kimisi bahçe kapısını aşmamış, hepsi kendisine benzer simalar... Bazısı uzak, bazısı aşina ifadeler ve çevresini saran tanıdık bedenler... Hiçbirine yabancı değil.

Belki de gördükleri görmek istedikleriydi ama o, düşünmedi bu olasılığı. Anlayabilmesi için gereken mesafeyi katetmemişti henüz. Sadece bakmakla yetindi ve tanıdıklarının, çevresindekilerin arasında yerini aldı. İçini ısıtan sıcaklıkla birlikte soğuğa ilk adımını attı. Gönül evinin konuklarıyla birlikte şehrin ezberlenmiş haritasına girdi.

Sokak lambalarının aydınlattığı yollar boyunca, defalarca geçtikleri kaldırımlardan bir kez daha geçtiler. Her biri diğerine benzeyen vitrinleri alışkın gözlerle süzerek geride bırakıyordu. Kanıksanmış hayatları mekân edinmiş meydanlardan, şehir ışıklarının bilindik yansımaları altından geçtiler. Tarifsiz aydınlığını bulamamaktan değil şüphe duymak, böylesi bir ihtimali aklının köşesinden bile geçirmiyordu. Korkularını öldürmüştü o. Korkularını öldürmüşler misali hareket ediyordu onlar. “Dostların arasında”ydılar, bu yolları ezbere biliyorlardı, “aman nedir bilmeyiz” türküsünü söylüyorlardı ve hiç harami görmemiş olsalar da, haramilerin saltanatını yıkacaklarını haykırıyorlardı.

İlk kararın görebildiği mesafe kısadır. Geleceğe dair ayrıntılar ölü doğmuş olasılıklardır onun için. Geçmişi ise galip bir komutan edasıyla selamlar. Acemi coşkunluklar denizine yelken açmış tehditkâr bir korsan gibidir. Fethedilmiş rotaları fethetmek uğruna yola çıkan bir korsan gibi... Ne var ki kısa mesafeler kısa zamanlarda sonlanır. Tıpkı korsanların korsanlıkları gibi...

Şehrin coğrafyasının sonuna çabuk ulaştılar. Seyrekleşen evlere, apartmanları kuşatan barakalara paralel ilerlediler. Şehir ışıklarının yoğunluk yitimine ayak uydurmuş vaziyette, ışık zayıfladıkça zayıflayan, küçülen adımlarla yürüdüler.

Yitip gitmekteydi bütün bildik görüntüler. Yer değiştirmekteydi şamata ile ıssızlık, coşku ile kaygı ve kitapların anlattığı yaşantılar ile gecekondu sobalarının anlattığı soluklar. Ürpermeye başladı içi. Belli etmemeye çalışarak ürpertisini, yanındakilere çevirdi bakışlarını. Şehirin sınırından geçen, karanlıklara dalanlardan kuvvet alanları ve kuvvet almaya çalışanları ya da kuvvet alıyor gibi yapanları izledi. Hangisiydi? Bir savaşçı mı tarihin yazılışına katkı sunan? Don Quishote’mi kendisine has gerçekliğin uğrunda silahlanan? Yoksa...? En çok bilmek istediği şeydi bu sorunun yanıtı. Ve bu soruya cevap vermesine, vereceği cevaptan emin olmasına engel olan bir titremeye yakalanmıştı. Bu titreme ile aştı kentin sınırlarını ve ışıklarını.

Rüzgârın şarkısıyla salınan çalılar, beceriksiz danslarıyla eşlik ediyorlardı yürüyüşçülere. Onlar ise bu şarkı ve bu dansta huzuru değil huzursuzluğu yaşıyorlardı. Tedirgindiler. Sokak lambaları desteklerini esirgemişti artık. Mahrumdular. Pusuda bekleyen tümseklerin, ayaklarına dolanan dikenlerin saldırılarına maruz kalmışlardı. Çıplaktılar. Saldırı şiddetini arttırdıkça tedirginliğin şiddeti arttı yüreklerinde. Karanlık, dipsiz bir kuyu gibi görünmeye başladı karşılarında. O ilk heyecanı ve gözüpekliğin süratini yitirmiştiler. Sonunda bozkırın siyahına vardılar. İster istemez bir refleksle durdular. Durmak zorunda kaldılar.

Şehirin aslanı kesilenler, şehire dönmekten ilk bahsedenler oldu. Avcıları hırsızlar ve beleşçiler takip edermiş. İmajlar dünyasının aslanlarını da aslanların üzerine kül kondurmayanlar takip etti. Kentin nimetlerinden, kentteki ışığın tek gerçek olduğundan dem vuranlar onlar oldu. Dinlediler ağızlardan dökülen renkli kelimeleri. Sonra hep birlikte şehire doğrulttular gözlerini.

Simsiyah bir tuale çizilmiş ateşböceğine benziyordu; durgun ve parlak... En güzel elbiselerini giymiş, en cazip kokuları sürünmüş bir kadın ruhuyla çağırıyordu. “Mağazamızda en kaliteli kıyafetler bulunur” yazısı asılıydı camekânlarında. Gibiciler için her tür ürün sergilenmekteydi vitrinlerinde. Olmak, zor olsa da... Ne de olsa “gibi” olmak kolaydı bu karnavalda. Maskesiz dolaşmaya ise zaten izin verilmiyordu.

Fazla tartışmadılar. Herkes diyeceğini dedi. Özgürce katılanların aynı özgürlükle vazgeçebileceklerini bilmelerine rağmen kaşlarının çatılmasına engel olmadı kalanlar. Aslan maskelerini artık ellerinde tutanlarla takipçilerinin ardları sıra baktılar bir müddet. Sonra, siyaha çevirip tekrar adımlarını bilmedikleri geleceklerine doğru içlerindeki umutla devam ettiler yola.

Kızgındı. Hiç bir sözün bu kadar kısa zamanda söylenmemişe indirgenemeyeceğine inanmıştı her daim. Tedirgindi; başlangıç yolunu geçmiş, bilmediği kaygılarla yüz yüze gelmişti. Ama umutluydu da aynı zamanda; her anının ve her yeninin, aradığını bulmada kullanacağı bir ipucu olduğunu düşünüyordu.

Her sarsıntı bir kararla son bulur. Her karar canlı bir organizmadır. Doğar ve büyür. Ve her karar ölmeye yakınlaştıkça yeni bir sarsıntıya gebe kalır. İlk kararın acemi coşkunluğu da ölüme yazgılıdır. Bana ait olan ile başkalarına ait olan ayırt edildikçe gerilecektir akıl ile duygu. Ve her gerilim bir sıçramadır. Çatışmanın galibi tayin edecektir sıçrama yönünü; Ya ileriye ya da geriye.

Kâh öfkesi ile kâh kaygıları ile kahi umudu ile yürüdü nereye bastığının görmediği toprağın üzerinde. Sadece önüne bakıyordu. Yanındakilerin geriye doğru sıçradıklarını farketmesi için dönüp bakması, her birini tek tek yoklaması gerekmiyordu. Kaldı ki kimi anlar, kimi yaralarının bozkırın saldırılarından kaynaklanmadığını, terkedişlerle kanadığını fısıldamaktaydı kendi kendisine. Öfkesini merhem diye sürerken yaralarına, umuduyla da hafifletmeye çalışıyordu acılarını. Ancak ne yaparsa yapsın kaygılara çare olacak bir ilaç yoktu. Pek çok iken bir avuç kalmışlardı. Damla damla eriyor, azalıyordular. Yolun sonuna ulaşabileceklerinden, ya da böylesi bir sonun olup olmadığından şüpheliydiler. Acemi coşkunluklar çağı bitmişti. Bozkırın korkutucu gerçekliği ile karşı karşıyaydılar. Tükenmemeliydi gücü. Tüketmemeye çalışarak güçlerini, vardılar bozkırın sonrasına.

Sinir bozucu bir toz bulutu, çürümüş et kokusuyla kol kola, istila etmekteydi havayı. Tümseklerden görevi devralan mağlup duvarların ardında yanmaktaydı yok olmuş hayatlar. Kazananı belli olmayan bir cenkten geriye sadece yengi ve yenilginin harabeleri kalmıştı. Dövüşenlerin kılıçları paslı; kendilerini kavrayacak elleri arıyordu yıkıntılar arasında... Soluk borusu, yaşam damarları kesilmiş bir kent... Geçmişinin dinginliğini hatırlamaya, hasret çekmeye dahi dermansızlaşmış... Artık sadece yangın sıcağından, tozdan, çürümüş et kokusundan ve dumandan kurtulmak, kimsesizliği içinde yeraltına inmek istiyor. Artık yalnızca ölümü düşlüyor.

Bir avuçtular. Yorgundular. Bir avuç yorgun insan halinde dâhil oldular bu harabeler diyarına. Genizleri yakan, gözleri kör eden, teni susuz bırakan törenle karşılandılar. Azrail tırpanı ile selamladı misafirlerini. Önce, sırtları dönük vaziyette tören alanını geçmeyi denediler. Olmadı. Kollarını, kaşkollarını, montlarını gözlerine ve yüzlerine siper ederek ilerlemeyi denediler. Başarısız kaldı. Pes ettiler sonunda. Dumanın ve tozun dinmesini beklemek üzere bir korunak aradılar. Dört yarım duvarı hayatta kalmış bir silüette beklemeye çekildiler.

Konuşmadılar. Artık kelimelerin yardımına ihtiyaç duymuyorlardı konuşmak için. Gözler ve dokunuşlar yeterliydi. Yere odaklı, durgun; geçen ve geçecek zamanı sahneleyen gözler... Arada bir toprağı terkeden, yoldaşını ısıtan, yoldaşıyla ısınan gözler... Herşey ortadaydı. Herkes saygılıydı. Kalmak niyetindekileri iknaya çalışmadılar. Mezarlıkların üzerinde yeni yaşamların inşaa edileceğine inanmasalar da anlatmadılar. Aydınlığı bulmak, belki de yaratmak uğruna harcanacağı söylenen bir çaba... Ölü doğmuş bir emek... Yorgunluktan bitap düşmüş ellerle gerçekleştirilecek... Bu elleri incitmeye yürekleri el vermedi.

Ölümün ülkesini yeşile boyamak mümkün müdür? Onarılabilir mi bitmemiş bir savaşta, bombalar altındaki binalar. Aslında çaresi yoktur. Savaş devam ettikçe, yıkıntılar arasında ayakta durmaya alışmaktan gayrı çare yoktur. Kabullenmelidir insan, ayakta kalmanın bedelinin ruhun yitirdikleriyle ödendiğini. Ve yılmamalıdır insan. Çünkü susacak silahlar bir gün elbet. Ve o gün, fırtınaların alıp götürdükleri, meltemlerle geri gelecek.

Vaktin dolduğunu ikisi söyledi. İkisi hareket için ayağa kalktı. Vedalaşmadılar. Mağlup duvarların ardında, yenik düşmüş gözleri, yaşlı bedenleri gibi yaşlı toprakla başbaşa bıraktılar. Bir yaralarını bir de umutlarını alarak yanlarına girdiler tozun, dumanın ve sıcağın arenasına. Eli eline, yüreği yüreğine kenetli sürdürecekti mücadeleyi ikisi. Bir tek ikisi...

Toz zerrecikleri, kapanmayan yaraya basılan tuz tanecikleriydi. Duman boğmaya, kül yağmuru durdurmaya çalışıyordu ikisini. Acı çekiyorlardı. Artık farkındaydılar her yaranın silinmez bir iz bırakacağının. Terkedilişlerin, çaresiz kalışların, bir pişmanlık anının izleri... Yine de mutluluk akabiliyordu ellerinden. El ele tutuşuyorlardı. Biliyorlardı özgürlüğün yolunda olduklarını ve özgürleşen benlerin biz olabileceğini. Geceye direnmeliydi özgürlüğü düşleyen. Biliyorlardı. Alışmaya isyan etmeliydi el ele tutuşmaya sevdalanan. Anlıyorlardı. Sıkıldı yumruklar, kenetlendi dişler.

Düşe kalka, bata çıka, ama en ufak bir usanma sözcüğü kullanmadan sürdüler yollarını. Ter ve kanla işaretlediler geçtikleri yerleri. Son nefeslerinde geriye bakanları, son güçlerini bir karış daha ileriye gidebilmek için harcayan ölümcül yaralar almışları, barikatların ardında kımıltısız, azraili bekleyenleri, şaşkın şaşkın ve amaçsızca dolananları ve kendilerine benzeyen diğerlerini gördüler. Diğer bizleri gördüler. Cesetlerle ilgilenmediler. Ölümcül yaralar almışlara teselli olmaya, yükleri altında ezilenlerin yüklerini hafifletmeye çalıştılar. Kulakları sağır eden patlamayı duyana kadar uğraşlarına ara vermediler.

Yerde uzanıyordu, yüzükoyun, elleri başının üzerinde. Kulakları hala uğulduyordu. Güçlükle dizleri üzerine doğruldu. Sağına soluna baktı. Her şey sanki eskisi gibiydi. Bu uğultu olmasaydı eğer kısa bir mola verdiklerini düşünebilirdi. Yanındakinin sırtına koydu ellerini. Uyandırmak, yola devam etmek için sarstı. Uyanmayınca biraz daha şiddetlice ve daha da şiddetlice sarstı. Eline bulaşan sıcak, yapışkan sıvıyı farketmedi önce. Yanındakinin kollarındaki dirençsiz soğuğu fark etmedi. Tokatladığı yüzü gördükçe gözleri, engel olamadı gözlerinin tuzlanmasına, kalbinin sıkışmasına. Dayanılmaz bir ağrı midesine yerleşiyor, vücudu kramp zincirleriyle kilitleniyordu. Haykırarak ancak kurtulabildi kramplardan ve ağrılardan. Başını yerde yatanın göğsüne dayayarak tuzlu sıvıyla besledi kırmızıya boyanan bedeni.

Öylece kaç zaman durdu bilmiyordu. Toprağın bağrını yararken kazmayla kaç kere bağırmıştı boşluğa, hatırlamıyordu. Tek duyumsadığı her şeyin bir işkenceye dönüştüğüydü. Kaçmak imkânsızdı bu işkenceden. Sevgiyi ve ruhu yüreğe, teni toprağa yerleştirdikten sonra da bitmeyecek bir işkence... Bir hançer darbesi... Saatleri yıllara dönüştüren...

Yine de terketmemelidir yataklarını nehirler. Çölde vaha arayan çatlamış dudaklara dönüşür, buharlaşmaya bile fırsat bulamadan kumlar tarafından emilirler. Yine de yalnızdır şahinler. Süzülürler gökte ve meydan okurlar çöle. Ve adı anılanlar su damlacıkları olmayacak. Bir çağlaya çağlaya akan nehirlerin bir de bir başına dövüşme azmi olanların hikâyeleri anlatılacak.

Son bir kez döndü arkasına, geldiği yöne baktı. Geri dönmeyi ilk defa bu denli arzulamıştı. Ne var ki gelenleri gördü. Vazgeçti. Geçtiği yollardan geçiyorlardı. Daha az yaralanmaları belki de bu nedenleydi. O da şehiri, bozkırı ve harabe kenti böyle geçmemiş miydi? Kendinden öncekilerden kalanları kendine katarak gelmemiş miydi buralara? Bu sayede güçlenmiş, bu sayede ben olmayı öğrenmişti. Dönmek, başkası olmaya, gibi olmaya boyun eğmekten ötesi değildi. Bu ana kadar eğilmeyen boyun bundan sonra da eğilmemeliydi. Eğmedi boynunu, dayanmayı, son kuvvetine dek dayanmayı seçti.

Yaralarından akan damlalar yaralardan akan damlaların oluşturduğu derelere ulaşıyor, ayakları derelerin içinde; sürüye sürüye ilerliyordu. Acılarını hapsetmişti. Gelip geçen kurşunlara, şeytanın tırpan savuruşlarına aldırış etmiyordu. Artık gayrı yol yoktu. Artık aradığı ışığa götürecek yolun tükenmez çabadan, unutmamamaktan ve biçare yatalaklığını reddetmekten geçtiğine emindi. Bu eminlikle yürüdü.

Cephenin orta yerine vardığında gördü ışığı. Gecenin zifiri karanlığını parçalayan çınarların parıltılarını gördü. Hepsi kendisiyle aynı yüz çizgilerine, aynı kalbe, aynı bedene sahipti. Yüreklerinden, gözlerinden fışkırıyordu aydınlık. Başka bir yerde de olamazdı. Hem bendiler hem de biz. Omuz omuza, yürek yüreğe savaşıyorlardı. Devrilenleri tek vücut kaldırıp göğe taşıyorlardı. Öyle ki kimse onların bir daha kılıçlarına sarılamayacağına inanamazdı.

Geldiler yanına, girdiler koluna. İlerlediler barikatlara. Yendiler, yenildiler; ama asla vazgeçmediler.

Gece sağır ve kör... Hırçın bir gölge avcısı... Gece çınarların uykusuzluğu kadar derin ve keder verici. Ve o böylesi bir gecede çıkmıştı yola. Böylesi bir gecede bulmuş, dokunmuştu aradığına. İçine çekmiş hücrelerine işlemişti. Son patlamayı duyduğunda da böyle bir geceydi. Gülümsüyordu. Gülümsemesi ile kaldı son resmi...


Ergün ŞİMŞEK
Ekim 1999...

23 Ağu 2009

SEVGİNİN KRALLIĞI KUPASI; KAZANAN FUTBOL OLSUN


“Benim inancıma gore, herkesin dayanışma içinde çalıştığı ve ödülleri paylaştığı bir sistemdir Sosyalizm. Hayatı da böyle görürüm, futbolu da”1

(Bill Shankly / 1959-74 dönemi Liverpool Teknik Direktörü)


Ve Hakem doksan dakikalık mücadelenin sona erdiğini ilan eden düdüğü çalar. Maç sonrası röportajlarında galip gelen de mağlup olan da benzer sözleri sarf eder: “… Artık kalan maçlarımızı kazanmaya çalışacağız.” İdmanlara başlanır yeniden. Kupa finalleri veya lig sona erer, ancak idman sona ermez. Şampiyonlar şampiyonluklarını korumak, diğerleri şampiyonluğa ulaşmak için güçlendirirler kadrolarını. Yeni mücadelelere hazırlanılır yeniden. Ve her doksan dakikanın sonunda, sahanın içindeki karşılaşmayı, yeni karşılaşma başlayana dek bitiren düdük çalmıştır yalnızca.

Sahanın etrafında dönen dünyada ise ne başlama düdüğü vardır ne de bitiş. Varolmanın güçlü kalmakla özdeşleştiği yerdir bu dünya. Ve bu dünyada, varolmanın gerekenini az ya da çok, umutlarının ve umutsuzluklarının yansısı kıldığı futbol takımında yakalar taraftar. Boca Juniors taraftarının ölmeden önce son isteği sorulduğunda, “bir River Plate bayrağı istiyorum. Bayrak tabuta sarıldığında karşı taraftan biri geberdi desinler” dediğini anlatır Galeano. Ve bu dünyada yükselişini, kendisine az ya da çok ticari ilişki sağlayan, reklam ve imaj hizmeti veren futbol klübünde yakalar klüp üyesi. Nihayetinde de bu dünyada ömrüne ömür katmayı az ya da çok, kitlesel tüketim pazarı sunan futbol şirketlerini de kapsayarak yakalar sistem. Her derby’yi “tarihi derby” ilan ediyor medya; her bir “tarihi maç” t-shirtlere basılıyor, satışa sunuluyor. Varolmanın güçlü kalmakla özdeşleştiği bu dünyada mücadele, başlangıçsız ve bitişsiz sürüyor yalnızca.

Futbol artık, mahallelerin boş arsalarında, kaldırımlar ve duvarlarla çevrelenen sahalarda oynanan futbol değildir. Show çağının stadyumlarına transfer olduğu andan itibaren “futbol, sadece futbol değildir”2 O artık, yaşamlarda ve yüreklerde pek çok anlama sahiptir. Futbolcunun şan/şöhreti, taraftarın gururu, yöneticinin prestijidir. Medya nezdinde reyting ve satış, şirket defterlerinde yatırım kalemidir. Kadınların önemli bir kesimi açısından “erkek saçmalığı”, siyasetin sol yelpazesinde yer alanların büyük çoğunluğu açısından “halkın afyonu”dur3

Herkes durduğu yerden bakıyor dünyaya. Dünyayı görebildiği kadarıyla görebiliyor futbolu da herkes. Oysa birbirinden farklı bunca anlam, dönüyor dolaşıyor aslında iki adetten ibaret olan farklı algı temellerinden birine dayanıyor. Bill Shankly, sosyalizm ile futbolu, hayatın dayanışma ve paylaşım paydasında bağdaştırırken, Abramovich ve Glazer gibi para tacirleri futbol klübü satın almaya yöneliyor. Futbol sevgimizin kupayı kaldırması, sistemin prangalarıyla büyüyen futbolun mağlubiyeti ile mümkün. Öyleyse yola, bu coşkulu oyunun olanlarını ve olması gerekenlerini belleğe işleyerek çıkmak gerekiyor.

Futbol olarak futbol:
Avrupamerkezci yaklaşım, futbolun beşiği olarak İngiltere’yi göstermektedir. Ancak tarih, İngiltere’de futbolun olsa olsa çocukluk ve gençlik yıllarını yaşamış olabileceğine işaret etmektedir. Futbolun beşiği olma adayları ise başta Çin Medeniyeti olmak üzere Mısır, Yunan ve Roma medeniyetleridir. Mayaların Tlachtli ve İrokua kızılderililerinin “savaşın küçük kardeşi” (fransızların verdiği isimle Lacrosse) adlı oyunlarını da bu gruba dahil edebiliriz.

Mısır’da top oynayan asker kabartmaları bulunmuştur. Homeros Odisea’da bir tür top oyunundan bahseder. Bu oyun askerlerin savaşa hazırlık amacıyla oynadıkları Episkyres’dir. Episkyres, Roma’da Harpastum adını alacak ve kanlı çatışmalara sahne olacak bir oyuna dönüşür. Gelgelelim bu oyunların içerikleri hakkında detaylı bilgi bulunmamaktadır. En detaylı bilgiler ise Çin Medeniyeti’nde oynanan tsu-chu adlı oyuna dairdir. Anlaşıldığı kadarıyla, günümüz futboluna en fazla benzerlik gösteren de bu oyundur.

Tsu-chu’ya dair ilk belgeler M.Ö. 3000’li yıllara, imparator Huang-Ti dönemine dayanıyor. Onar kişiden kurulu iki takım (internet üzerinden yaptığım okumalarda takımların altışar kişiden oluştuğunu yazan metinlere de rastladım) dört köşeli bir oyun sahasında, deri kaplı ve içi tüy ile doldurulmuş bir topu, bambu ya da mızraklardan yapılmış beş metre yüksekliğindeki bir kaleye sokmaya çalışırlar. Oyunun amacı imparatorluk askerlerinin savunma becerilerini yükseltmektir. Tsu-chu, çevre kavim ve medeniyetlerde oynanan (Türkler’in Tepük’ü ve Japonların Kemari’si gibi) oyunlara kaynaklık etmiştir.

Avrupa’da ise bir top oyununa dair ilk belgeler 12.yy’a dayanıyor. “Despricto Nobilissimae Civitatis Londoniae” adlı eserde (1174) şöyle bir ibare vardır: “Öğle yemeğinden sonra kentin bütün gençleri, meşhur top oyunu (Pila) için sahalara koşuyor… yaşlılar, babalar ve zenginler at sırtında gelip gençlerin karşılaşmalarını izliyor” Köylüler ve kasabalılar arasında can kayıplarına yol açan pila, 1314 yılında II. Edward tarafından yasaklanır. 1576 tarihli başka bir belgede ise yüzlerce kişinin Footeball denilen yasadışı bir oyunu oynadığı ve bu oyun yüzünden ölüm ve yaralanmaların meydan ageldiği kayıtlıdır. Nihayet II. Charles döneminde (17. yy) futbol yasallık kazanır. 1841 de Rugby’den kesin olarak ayrılır ve topun biçiminin tam bir küre olmasına karar verilir. 1848’de “Cambridge Kuralları” adı altında saptanan kurallarla anlayış ve uygulama farklılıkları ortadan kaldırılır. Artık günümüz futbolunun ana hatları şekillenmiştir. (Diğer yandan; kale üst direğinin kabülü ve topa kafa ile vurulabilmesi izni 1875’de, Korner’in kabülü 1876’da, Ofsayt’ın kabülü 1886’da, Maçta hakemlerin yetklilendirilmesi 1890’da, penaltı’nın kabülü 1891’de ve, sürenin 90 dakika , saha uzunluğunun min.91,5 max.118.5 m. olarak tayini 1899’da gerçekleşmiştir.)

Tsu-Chu ve Harpastum’un birbirlerine, Footeball’e ve dolayısıyla futbolumuza içeriklerinden neler kattıklarını tam olarak bilmiyoruz. Bilinen ana gerçek, futbolun atası sayılabilecek bütün oyunların ya askeri amaçlı ya da çatışma öğesini yoğunca içeren oyunlar oluşudur. Takımların dizilişleri, mevkii isimleri ve oyunun stratejisi de futbolun bir savaş ritüeli olduğunu doğrular.

Kale, kimisinde surlarla kimisinde hendeklerle korumaya alınmış toplumsal yaşam alanıdır. Kenttir, kasabadır. Defansı oluşturan blok, kalenin koruyucu güçleridir. Kaleci, şehir içindeki savunmayı, defans oyuncuları ise surları, hendekleri, şehrin girişine duvar ören askerleri temsil ederler. Orta sahada, o sınır çizgisinde geçer asıl mücadele. Savunmanın da hücumın da ilk durağıdır burası. İleri uç elemanları ise akıncı savaşçılardır. Düşmanı yıpratır, rakip kenti ele geçirmeye çalışırlar. Sonuçta her takım, temsil ettiği toplumsal yaşamın hem savunucusu hem de fatihi misyonunu üstlenmekle yükümlüdür. Çünkü varolmanın güçlü kalmakla özdeş olduğu yerdir bu dünya.

Bu savaşta kullanılan silah toptur ve “top yuvarlaktır”. A. Camus’nun Cezayir Üniversitesi Futbol Takımı kaleciliği günlerini anlatırken söyledikleri, bu kürenin niteliğini çok iyi anlatıyor: “Top birine hiçbir zaman beklediği yönden gelmiyor.” Oyuncu dikkatini asla yitirmemeli, top kullanma tekniğini sürekli geliştirebilmelidir. Tüm mevkilerdekiler silahın hangi yönü alabileceğini, rakibe ya da kendi kalesine ulaşmadan onu ele geçirebilmeyi ve kendi takımının silahı olarak saldırıyı başlatabilmeyi becerebilmelidir. Çünkü top kaleyi geçtiğinde, hep bir ağızdan dökülen “gool” bağırışı bir yandan bir kentin düşüşünü diğer yandan bir zaferi ilan eder.

Roma devrinin savaş oyunları arenalarda oynanırdı. Futbol ise çağdaş arenalar olan stadyumlarda oynanır. Gladyatörlerin yeminiyle başlarmış dövüşler: “Birkaç gün ya da bir yıl daha kazanman ne fark eder. Ölümden kimsenin kurtulamayacağı bir dünyaya geldik… Başın dik ve yılmaz bir şekilde ölmelisin”4 Bu yeminde savaşçıların, şereflerini korumaya ve onurlu mücadeleye çağrıları vardır. Sırttan hançerlemezler, (boğa güreşlerinde de matador boğaya sırtı kendisine dönükken asla saldırmaz) bizantik oyunlarla rakiplerini alt etmeye çalışmazlar. Her şey insan onuruna layık olmalıdır. Futbolun arenasında da aynı temalar geçerlidir. Kurallar her iki takım için de eşittir. Aslolan temsil edilen toplumsal yaşamın şerefini korumak ve onurlu bir mücadele ile yüceltmektir. Brezilya’nın efsane oyuncularından Garrincha, “bir maçta üç rakip oyuncuyu ve kaleciyi geçtikten sonra topu boş kaleye bırakmak yerine savunma oyuncusunun gelmesini beklemiştir. O asla boş kaleye gol atmazdı.”5 Gladyatörün rakiplerini teker teker yenerek başı dik şekilde arenadan çıkması misali futbol takımı da her bir galibiyeti sonrasında gururla ayrılır stadyumdan. Çünkü şampiyonluk sadece tüm rakipleri yenmekle değil, güzel bir futbolla yenmekle gönüllerde gerçek şampiyonluk hakkını kazanır.

Kısaca futbolun futbol hali, kollektif yaşam alanı’nın hayatta kalma mücadelesine ait ritüeller ve bu mücadeleyi sürdürmeye muktedir insan kimliğine ait temaların sergilendiği, dolayısıyla kollektifin onayına sunulduğu oyundur. Günümüz futbolunun bütün aktörlerinde (futbolcular, teknik kadro ve taraftarlar) bu temaların yansımaları, o arkeolojik görünen fakat hayatlarımızda güçlü şekilde yer tutmayı sürdüren ritüellerin izleri vardır.

Bir kitle eylemi olarak futbol:
Richard Sennet “Ten ve Taş” adlı eserinde, Elias Canetti ise “kitle ve iktidar”da seyretmenin insan duygularını ve bedenini pasifleştirici etkisini özetlerler: “Seyretmek pasifleştirir.” Buradan hareketle futbol seyircisi ile futbol taraftarının ayrı tutulması gerekiğini söylersek yanılmış olmayız. Futbol’un, o olmazsa olmaz parçalarından birdir taraftar. Seyirci değildir; tersine oyunun aktörlerindendir. Beşiktaş’ın geçen sezon cezası nedeniyle seyircisiz oynadığı maçlar bu gerçeği bir kez daha karşımıza çıkardı. Taraftarsız, boş trübünlere oynanan bir futbol, kanatları yolunmuş bir tavuğa benziyor.

Sahada mücadele eden güçlerin trübünlerde mücadele eden karşılığıdır taraftar. Takımının renklerinde savaş boyalarını sürüp aksesuarlarını (forma, atkı, bayrak vd.) kuşanarak, savaşa çağrının en önemli müzikal aracı olan davulun ritmik vuruşları ve savaşçı çağrışımlara sahip şarkılarla geçerek şehrin caddelerinden, trübünlerdeki yerini alır. Onun açısından maç, başlama düdüğünden çok önce başlamıştır ve hep tek sonuçludur. Kazanılacaktır, başka yolu yoktur. Böylece stada (arenaya, cepheye) doğru yürüşünde kitlenin tabiatında bulunan kazanma ve büyüme arzusunu açığa çıkartır. İzleyenleri kendisine çekmeye, içine almaya çalışan davetin adımlarını atar. Dışarıda duranlara seslenir. “bir başına iken hiç; yek vücut iken herşeysiniz” Temsil ettiği yaşam alanının koruyucusu, rakip şehiri maç başlamadan once fetihe girişen adımlardır onlar. Kitle olgusunu yaratan en büyük niteliği, deşarjı başlatır. “Deşarj anı, kitleye dahil olan herkesin farklılıklarından kurtulduğu ve kendilerini diğerleriyle eşit hissettiği andır”6 Ortaklaştırılmış amaç ve bu amacı simgeleyen birkaç renk kaldırır tüm farkları ortadan.

Taraftarların görevleri sadece takımlarına moral vererek oyuncuların motivasyonunu arttırmak, diğer takımı da demoralize etmeye çalışmak değildir. Onlar da oyunun içindedir. Top kaleye yöneldiğinde onlar da uzanır kaleciyle birlikte topa, her atakta onlar da koşar bir an evvel ulaşmak için rakip kaleye. Nehir gibi akan takımlarına, akınlar gibi sonsuz ardışıklıkta gelen “meksika dalga”larıyla eşlik ederler. Hep birlikte rüzgar olur eser, hep birlikte bir orman gibi salınırlar. Gökyüzündeki kartalın asaleti, yeryüzündeki aslanın heybeti, Aşklara ilham olan kanaryanın zerafeti hepsi bu ritimde, bu ateş gibi kıvrak, yakıcı bütünleşmedir. Ve bu bütünleşmenin mekanıdır stadyum. Nice zaferlerin, nice büyüleyici hikayenin hayat bulduğu yerdir. Arjantin Boenos Aires’teki San Lorenzo stadyumu yıkılırken pek çok taraftarın, kendileri için kutsal olan stadyumun yıkıntılarını ağlayarak ceplerine doldurup gitmeleri boşuna değildir.

Ne var ki stadyumların böylesine kutsallaştırılması, taraftarın takıma karşı hissettiği aidiyetin yüksekliği, pek çok entelektüel tarafından futbolun yanlış bir şekilde, bir din olarak yorumlanmasına yol açmıştır. Mehmet özer’in Napoli Kardinali Giardano’nun sporculara yaptığı bir konuşmada “Futbol halkların dinidir” cümlesini kullanmasını, bir dinin başka bir dini kendisine rakip olarak görmesi şeklinde algılaması bu yanlışın en uç noktasıdır. Oysa din, biat etme yoluyla bütünleşme sağlarken, tribünde biat yoktur. Tribün şarkıları ise zaten duaları anlatmaz: “Bir fırtınada yürüdüğünde / Başını dimdik tut/ Ve karanlıktan korkma/... / Rüzgara karşı yürü/ Yağmura karşı yürü/ Rüyaların altüst olup kaybolduğunda/ Yürümeye devam et, yürümeye devam et/ kalbindeki umudun ile/ Ve sen hiç yalnız yürümeyeceksin/ sen hiç yalnız yürümeyeceksin”7

Taraftarın takımına aidiyeti, skor, futbolcular ve/veya yöneticiler aracılığıyla değil tuttuğu takımın tarihi ve renkleriyle, insanı ayakta tutan kimi değerler (şeref gibi, güçlü kalmak gibi, el ele vermek gibi) arasında sembolik bir bağ kurmasıyla gerçekleşir. Gün gelir devran döner futbolcu ve yönetici “ sahtekar” ilan edilebilir. Çünkü o tarih ve o renkler kirletilmiştir.

Diğer yandan, hayatta kalma mücadelesinde, yenilginin karşılığı ölüm olduğuna gore, toplumsal yaşam alanının ve bu alanın kollektif değerlerini temsil edenin yenilgisi, en azından gönüllerde söz konusu olamaz. Kent asla zaptedilmeyecek, başı dik ve yılmaz insanlar topluluğunu simgeleyen duruşun ayaklar altına alınmasına asla izin verilmeyecektir. Çünkü hayaller hep zaferler üzerine kurulurlar ve zaferleri anlatırlar. Bu nedenle mağluplar cephesi açısından hayatın adaletsizliğiyle tanımlıdır herşey: Hakem taraf tutmuş, futbolcu kendisini yere atmış, şans yardım etmemiştir. “Arubinha, Vasco De Gama’nın 12-0 yendiği takımın bir taraftarı. Bir gece, Vasco’nun sahasına ağzı dikilmiş bir kurbağa gömerken şöyle lanet yağdıracaktı: Yukarıda Allah varsa, 12 yıl boyunca şampiyonluk yüzü görmesinler. O vasco, 1954’de kupa kazanırken son şampiyonluğunun üzerinden 11 yıl geçecekti. Tanrı cezamızın bir yılını affetti diyordu Vasco taraftarları.”8

Antonio Gramscı “Açık havada ortaya konan insan sevgisinin krallığıdır futbol” dediğinde belki de tüm bu temaları, insanların futbol üzerinden yaşamla kurdukları bağları gözlemlemiştir. Oysa paranın ve kapitalist üretim ilişkilerinin girdiği her alan gibi futbol da saflığını temizliğini yitirmiş durumda. Kitlelerin gerek seyir ve eğlence talebine gerekse kitlesel davranış normlarına en iyi cevabı veren spor dalı olan futbol, artık bağrında taşıdığı insan sevgisiyle yüreklerde yer etmiyor. Fanatizm, sistemiçi şiddet, lümpenleşmenin stadyumlardan da yayılması türünden ideolojik etkiler ile, toplumsal ikonlar yaratmak ve bu yolla kitlesel tüketimi kamçılamak türünden ekonomik etkiler bu sevgiyi sistemli olarak baltalamaktadır. İnsan sevgisinin krallığı olan futbol, paraya endeksli futboldan bir kaç adet gol yemiş olmasına rağmen bitiş düdüğünün çalmasına henüz vakit vardır.

Bir ideolojik aygıt olarak futbol:
Eğer bir toplumsal yapı mevcut ürertim ilişkilerini yeniden üretemiyor ve/veya geliştiremiyorsa hepimiz biliriz ki yıkılmaya mahkumdur. Dolayısıyla her sistem ekonomik altyapı ve politik üstyapı düzlemlerinde üretim ilişkilerini yeniden üretebilme zorunluluğuyla karşı karşıyadır. Bu zorunluluğun politik üstyapı düzleminde gerçekleştirilme ayağına ideoloji deniyor. Özetle İdeoloji bir toplumsal sistemin meşruluğunu yaşam tarzları ve buna bağlı olarak da kavrayışlar düzeyinde sağlama işlemidir.

Futbol denli kitleselliğe sahip bir fenomenin, kapitalizmin ekonomik ve ideolojik müdahalesine uğraması bu anlamda kaçınılmazdı ve kaçınılmaz olan gerçekleşmiştir. Müdahalenin ekonomik yönünü görebilmek için özel bir çaba gerekmiyor. FESAM (Futbol Ekonomisi Stratejik Araştırma Merkezi) verilerine bakmak yeterli olacaktır. Futbol klüpleri son sürat futbol şirketlerine dönüşmekte, borsada işlem görmektedirler. Futbol endüstrisinin yarattığı katma değerin yüksekliği yasadışı güçlerin bu sektöre de giriş yapmalarına neden olmaktadır. Ürün satışları için gereken reklamasyonda medya, destek üs işlevini görmekte, yeni yeni futbol idolleri yaratılıp pop yıldızları misali günlük hayatımıza sokulmaktadır. Bu idollerin isimlerini ve takım renklerini taşıyan markaların alımı, bir ihtiyaç haline getirilmiştir. Artık evinizin tüm mobilyalarını, gardrobunuzdaki giysilerinizi ve takılarınızı ilgili takımın ürün satış mağazalarından temin edebilirsiniz.

Müdahalenin ideolojik yanı biraz daha karmaşıktır. Soru sormanın, derinleşmenin yasak olduğu bir eğitim sistemiyle başlar bireyin hayatını dikenli tellerle örme işlemi. Pek çok ideolojik aygıt aracılığıyla (Aile, eğitim, kültür, hukuk vd.) büyüğün (bu büyük evde ebeveyndir, okulda öğretmendir, işte müdürdür, televizyonda uzman görüşüdür, eserleri yok satan yazardır; her yerde bir büyük vardır) dediğini olduğu gibi doğru kabul eden, rızkından gayrısını haram belleyen, karşı çıkmayı yasaların ağır bedelleriyle ödeme tehdidi altında yaşamlar yaratılır. Ve hayat pahalılığı, işsizlik, dışlanmışlık gibi nedenlerle biriken öfkenin deşarj alanlarından biri olarak da futbol tavsiye edilir. Yiğiter Uluğ bir yazısında bu durumu şu şekilde özetliyor: “Yaşam bu kadar dikenli telle çevrelenmiş; yıllar boyu içindeki enerjiyi hiçbir yere dökemeyen çocukların, büyüdüklerinde kendilerine zararsız gösterilen tek şeye, futbola sarılmasından daha doğal ne olabilir?”

Keza futboldaki şiddet olgusu üzerine yapılmış araştırmalar da bu yaklaşımı doğrulamaktadır: “fanatik taraftarların çoğunluğunu üretme eğilimindeki yerleşimlerin, yerleşik biçimde en yüksek işsizlik oranına sahip olanlar olduğu muhakkaktır. Bunlar ayrıca ekonomik bunalım zamanlarında en ağır darbeyi yiyen yerleşimler olma eğilimindedirler”9 Aynı araştırmada 1950 lerden beri futbol fanatikliği olgusunu biçimlendiren özgün nitelikler arasında şu maddeler göze çarpıyor:

1.İşçi sınıfının “kaba” ve “saygın” kesimleri içinde ve bunlar arasında ilişkilerde görülen yapısal değişimler:
2.Teenagerlere (12-19 yaş grubu) özgü boş zaman pazarının yükselişi
3.Futbolun kendisinin yapısındaki ve klüplerle taraftarlar arasındaki ilişkilerdeki değişimler
4.Kitle iletişim araçlarının yapısındaki ve işleyişindeki değişimler, özellikle televizyon çağının başlangıcı ve rekabetle üretilmiş ve popülist “haber değeri taşıma” kavramı ile “tabloid” (bulvar) basının ortaya çıkışı
5.Yakın zamanlarda gençlik işgücü pazarının gerçek anlamıyla çöküşü.

İdeolojik müdahale bununla da sınırlı değildir. Oyunun odağında, toplu bir savaş talimi olarak iki yerleşimin erkek temsilcileri arasındaki mücadelenin olması, sisteme erkek egemen ve ulus devletçi niteliğini besleme kanalları açmaktadır. Ülkemizde özellikle milli takım maçlarının şövenizm dalgasıyla milli dava haline getirilmesi ve artık hergün yayınlanan futbol programlarında yorumcular vasıtasıyla erkek egemen jargonun piyasaya sunulması bu noktada anlamlıdır. Benzer şekilde, Elsalvador ile Honduras ın bir futbol maçı nedeniyle birbirlerine savaş ilan etmesi belleklerimizden silinecek kadar eski bir olay değildir.

A.Gramsci futbolu sevginin krallığı ilan ederken kapitalizmin dışında kalmış futbolu görüyordu. Portekiz diktatörü ise kitleleri yönetmek için 3F ‘ye ihtiyaç duyduğunu (Fado, Futbol, Fiesta) söylerken kapitalizmin müdahalesi altındaki futbolu ima etmekteydi. Neticede yıkılan diktatörlük oldu. Bunun en büyük sebebi diktatörün tanımladığı 3F’in birer ideolojik aygıt olarak asli öneme değil, tali öneme sahip olmalarıdır. “Futbol, halkın afyonudur” diyenler de bu noktada yanılmaktadırlar. Marks’a ait olan “Din halkın afyonudur” düsturuna bir gönderme yapılmıştır bu sözle. Ancak gönderme yapılırken hedef şaşmıştır. L. Althusser’in de belirttiği gibi kapitalizm öncesi sistemin ideoloji üretme üssüydü din kurumları. Eğitim, hukuk, kültür/sanat, siyasi yönetim vd. bu kuruma endeksli olarak ya da bu kurumun ideolojik yaklaşımına paralel ideoloji üretirlerdi. Bundan dolayıdır ki eğer kitlelerin afyonu olma vasfını taşıyacak yeni bir nesne bulacaksak, misyon olarak dinin kapitalizm öncesindeki misyonuna sahip olanı bulmalıyız. Althusser, Kapitalizmle birlikte din kurumunun yerini eğitim kurumunun aldığını söyler. Yaşam tarzlarını ve fikirler dünyasını biçimlendiren asli kurum günümüzde öğretimsel kurumudur. Futbol gibi tali kurumlar olsa olsa bu kurumun alt grupları olabilirler. Önceden uyuşturulmuş olan beyinlerin uyuşukluk halini uzatmaya hizmet ederler. Bunun sorumluluğu ise ne adlarında ne de tabiatlarında, sadece ve sadece sistemin müdahalesindedir.

Sonuç Yerine:
Her ne kadar bir savaş talimi olsa da, her ne kadar bu yönüyle içeriğinde şiddete dair ifadeler barındırsa da futbol, tüm spor dalları gibi insan içindir ve insancadır. Varolan savaş, bir saldırganlık eğilimi değildir. Hayatta kalma mücadelesini yansıtır. Bireysel sporlar gibi tekil hedefli değildir. Kollektif emeği, dayanışmayı, birey çıkarının önüne kollektifin çıkarını koymayı yansıtır. Hayatta kalması gereken, temsil edilen kollektif yaşam alanıdır ve bu, paylaşımla ancak gerçekleşebilir. Yengi de yenilgi de herkesindir.

Sömürü ilişkilerine dayalı bir sistem tarafından deforme edilmiş olması ondaki bu dayanışmacı ve paylaşımcı özü bozmaz. Keza bizlerin onu “kirlendi” diyerek kendi kaderine terk etmemizi de gerekçelendirmez. –Ki insanca yaşam mücadelesi de kirli bir dünyada yürümüyor mu?-
Madem ki adalet, eşitlik, kardeşlik bayrağı ile insandışı bir sisteme savaş açmışız; sistemin kuşatması altındaki her yerde, her alanda bu bayrağı dalgalandırmak gerekiyor. Sevgini krallığındaki futbol, sistemin parangalarındaki futboldan birkaç adet gol yemişde olsa mücadele devam ediyor. Ve biz “asla yalnız yürümeyeceksiniz” diye şarkılarımızı söyleyerek, kapitalizmin işgalindeki caddelerde davullarımız ve bayraklarımızla fetih yürüyüşlerine devam ederek, meydanları stadyumumuz eyleyerek kazanacağımızı, başka bir yolun olmadığını anlatmaya devam diyoruz. Çünkü biliyoruz ki “Bir başına iken hiç, hep birlikte iken herşeyiz”


Dipnotlar:
1. Radikal Gazetesi Şampiyonlar Ligi Kupası eki. /24.05.2005 / Aktaran Bağış ERTEN
2. Simon Kuper
3. Umberto Eco: “Futbol günümüzün en yaygın batıl inancıdır. Futbol halkın afyonudur”
4. Richard Sennet; Ten ve taş / Çev: Tuncay Birkan / Metis yy. Sf. 77
5. Bant ; aylık dergi / Nisan 2005 sayısı / Sf. 21
6. Elias Canetti; Kitle ve İktidar./Ayrıntı yayınları
7. Liverpool tarafatrlarının meşhur şarkısı
8. E. Galeano; Gölgede ve güneşte futbol / Can yayınları
9. Derleme; Antropolojik Açıdan Şiddet / Ayrıntı yayınları

Ergün ŞİMŞEK
2005 Haziran / Yol dergisinde yayınlanmıştır

18 Ağu 2009

LATİN AMERİKA İZLENİMLERİ

Epigraf:

Aslında bir kişi eyleme geçtiği, iradi bir çaba gösterdiği ve ‘önceden kestirilen’ bu sonuca somut katkıda bulunduğu ölçüde bir şeyleri önceden kestirebilir. O halde tahmin yürütme kendini bilimsel bir bilme eyleminde değil, gösterilen çabanın soyut ifadesinde ve ortak bir irade yaratmanın pratik biçiminde açığa çıkarmaktadır.”

Antonio Gramsci




Bu yazı 2008 yılı içinde yaptığım ve altı ay süren Güney Amerika seyahati sonrasında Yol dergisi’nden yoldaşların röportaj talebi sonucu hazırlanmıştır. Soru-cevap şeklinde tasarlanan dizin, daha uygun olacağı düşüncesiyle tarafımdan makale düzeninde biçimlendirilerek yanıtlanmıştır. Güney Amerika’nın bugününe dair izlenimlerden hareketle toplumsal değişim mücadelesi açısından derinleştirilmesi gereken birkaç başlığa değinmek kaygısındadır.

KITANIN ÖNEMİ:
Latin Amerika’nın politik/ekonomik tarihi kendisine has öznellikler ve deneyimlerle dolu bir tarihtir. Buna sebep 1492’de Kolomb ve beraberindekilerin kıtaya ayak bastıkları andan itibaren orijinal bir ekonomik altyapının şekillenmeye başlamış olmasıdır. İlkel, köleci, feodal ve nihayetinde kapitalist toplum şeklindeki klasik paradigma, Yeni Dünya açısından geçerli değildir. (Ayrıca bu paradigmanın Avrupa açısından da ne derece geçerli olduğu, tartışmaya açık bir konudur). Bir yanda yerli halkın ve Afrika’dan gemiler dolusu getirilen insanların köle prangalarına bağlanması, diğer yanda büyük çiftliklerde (Hacienda) hüküm süren serf/derebeyi ilişkileri ve şehirlerdeki kapitalist ticaret ağı, XIX. Yüzyıl sonlarına dek kıtada iç içe var olmuştur. Potosi maden bölgesinin, Brezilya, Küba veya Kolombiya’da şekerkamışı tarlalarında çalıştırılan kölelerin, ya da Buenos Aires ve Lima gibi liman şehirlerinin hikayelerine baktığımızda bu durum oldukça net biçimde açığa çıkıyor. Kaldı ki bugün bile gelişkin kapitalist yapılarına rağmen kıta ülkelerinde sömürgeci ekonominin kalıntıları mevcuttur. Bolivya ve Brezilya’daki topraksızlar ile, Kolombiya’da yürüyüşe geçen köylülerin talepleri incelendiğinde henüz tedavülden kalkmamış pre-kapitalist üretim ilişkilerinin kapitalist üretim ilişkilerine eklemlenerek sürdürdükleri yaşam da kendiliğinden görünür hal alıyor.

Güney Amerika ekonomisinin şanssızlığı Kolomb zamanındaki medeniyetlerin (İnka, Maya ve diğerleri) gümüşü Ay’ın, altını ise yaşamın ve inancın merkezine oturttukları Güneş’in ter damlaları sayan kültürlerinde başlar. Francisco Pizzaro’nun karşılaştığı ilk İknalar konuklarına uluslarını yüceltmek adına altından yapılma (var olmayan) tapınaklardan dem vurduklarında felaketlerini çağırdıklarını bilemezlerdi. Altın ve gümüş yağması ile başlayan süreç, bütün tabi kaynaklara (ki yerli halk ile bir tür deniz kuşunun yüksek kalitede gübre niteliği taşıyan pisliği de buna dahildir) el konulması şeklinde gelişir. Sonuçta kıta, ilk etapta Avrupa’da yeşermekte olan kapitalizme sermaye ve hammadde teminini sağlayan başlıca bölge olacak, sonrasında ise emperyalist üretim ilişkileri ağında mahvolmaya devam edecektir. Öyle ki Arjantin derileri neredeyse yok pahasına Avrupa ve Amerika bandıralı gemilere yüklenecek, aynı gemiler bu derilerden işlenmiş eşyaları fahiş fiyatlarla satmak üzere topladıkları yerlere geri getireceklerdir. Ve yine öyle ki, ülkesini kalkındırmak adına ithal ürünlere vergi ve kota koyan Paraguay 1865’de ‘halkı diktatörlükten kurtarmak’ amacını güttüklerini söyleyen üçlü ittifakın saldırısına uğrayacak, ve bu savaşta Paraguay yetişkin erkek nüfusunun neredeyse tamamı öldürülecektir.

Ekonomik altyapıdaki özgünlük ve bağlamında sömürü ağının sıkılığı ile sürekliliği, dolayısıyla politik üstyapıda da yansımasını bulur. Politik arenaya baktığımızda karşımıza keşfin başlangıcından bugüne, sömürüye paralel kesintisizlikle devam eden bir mücadelenin (ki bu mücadele temelde sınıfsaldır) tarihsel seyri çıkar. Bu tarihsel seyri kabaca üç ana döneme ayırabiliriz:

1. 1492 ile 1800’lü yılların başlangıcına karar süren dönem: Yerli halkların ve kölelerin İspanyol Conquistadorlara (Fatih) karşı yürüttükleri isyan hareketlerine sahne teşkil eder. Ok ve yay, tüfek ve kılıca karşı amansız savaşında kısa erimli zaferler almış olsa da genellikle yenilgilere uğramıştır. Kimi isyanlar onlarca yıl kimisi ise birkaç ay sürmüş, lakin bastırılan bir isyanın ardından yenisinin çıkışı çok gecikmemiştir. Şili’de Aracauno’lar, Ekvador’da Ruminahui, Peru’da Tupac Amaru, Bolivya’da Tupac Catari, Brezilya’da ormana kaçan kölelerce kurulan Palmeras Federasyonu bu dönemin başat isim ve olgularındandır.

2. 1800’lü yıllar: Özellikle kreollerin (Güney Amerika’da doğmuş Avrupa kökenliler) Fransız Aydınlanma Felsefesi ve devriminin etkileriyle biçimlendirdikleri ulusal bağımsızlık savaşlarının yaşandığı yıllardır. ‘Güney Amerika bu topraklarda doğanların özgür vatanıdır’ paralosıyla silahlar kuşanılmıştır. Simon Bolivar Kolombiya, Ekvator, Peru (Bolivya dahil) ve Venezüella’yı kapsayan Büyük Kolombiya Federasyonunu kurarken, aynı zamanda kıtadaki İspanyol egemenliğine de resmi olarak son veren kişidir. Küba’da Jose Marti, Uruguay’da Jose Artigas, Bolivya’da Sucre ve daha pek çok isim eşitlikçi, bağımsız bir ülke adına sömürgeci ve oligarşik iktidarlara karşı bu dönemde savaştan savaşa yol almışlardır.

3. XX. yüzyılla birlikte ise sınıfsal özgürlük mücadeleleri arenanın merkezini tutar. Zapata, Sandino, Castro sadece ülkelerinde devrime önderlik eden isimler değillerdir. Adları ile anılacak olan politik stratejileri ve düşünceleri de tarih sahnesine işlemişlerdir. Benzer şekilde Uruguay’da Tupamarolar şehir gerillacılığı yaklaşımını yeni bir deneyim olarak geliştirirler. Arjantin’de Peron, Şili’de Allende, Ekvador’da Alfaro gibi halkçı ve/veya sosyalist iktidarlar kıta çapına yayılmış mevcut devrimci mücadelelerle bağlaşık yaşamış ve böylece kıtaya büyük bir tarihsel miras bırakılmasını sağlamışlardır.

Meselenin finans-kapital tarafında ise sürece darbeler ve ekonomik ambargo’dan kontrgerilla savaşına kadar pek çok karşı tepki ile cevap veriş vardır. Uluslararası sermaye, sınıflar savaşındaki yeni politik yönelimlerini ilk uygulama alanı olarak çoğu kez Latin Amerika’yı seçmiş ve buradaki sonuçları üzerinden globalleştirmiştir.

Günümüzde, kimi eski illegal siyasetlerin legalist sol yapılar ile ittifakları yoluyla seçimleri kazanmaları (Uruguay, Ekvador, Bolivya, Venezüella) Kolombiya’da Las Farc’ın sürdürdüğü gerilla savaşımı ve en belirgini Brezilya’daki Topraksız Köylü Hareketi (MST) olan yeni bir orijinalite üzerine kurulu meşruiyet eksenli örgütleri ile kıta büyük bir mücadele mozaiği olma konumunu sürdürmektedir.

Ve bu mozaiktir ki sosyalist bloğun 1989 da başlayan parçalanması sonrasında gerileme yaşayan mücadele içindeki kitlelere moral motivasyon olmaktan öte anlam ve güce sahiptir. Deneyimler öznel de olsa çıkarsamalar globaldir. Bu çıkarsamalar Paulo Freire’nin eleştirel pedagoji üzerine teoremlerinden MST’nin topraksız köylülüğe yaklaşımı ve üretim kolektifleri uygulamalarına, yasal ve silahlı savaşımın sentezinden sosyalizme geçiş problemlerine kadar geniş bir yelpaze içerir. Lakin bu noktada özellikle belirtmek isterim ki olabilecek en son çıkarsama Latin Amerika’nın mücadele zenginliğini ululaştırmak ve kopyalamak olabilir. Neticede sosyalizm yolu bir etkileşimler ve birikimler yoludur. Ve her birikim ancak kendi öznelliklerimizle bir sentez dahilinde içselleştirilirse bir birikim olabilir.

KÜLTÜREL ETKİLER
Kıtayı anlayabilmek için kavranması gereken üçüncü olmazsa olmaz ise kültürel farklardır. Ekonomik-politik güzergahın hem belirleyicisi hem de belirleneni olan kültür alanında kıtaya haslıklara baktığımızda ilk elden göze çarpan nitelikleri birkaç başlık içinde toplayabiliriz:

1. Güney Amerika insanı ülke kimliğinden önce kıta kimliğini taşımaktadır. Uzun analizlere girmekten imtina ederek durumu özetlemek gerekirse öyküsü Brezilya’daki gemi yolculuğum esnasında geçen bir sohbetin içeriğini anlatmam gerekecektir. Sohbet arkadaşım basit bir soru yöneltmişti. Dedesinin İngiltere’den Brezilya’ya göç etmiş siyah tenli bir İngiliz, annesinin ise Bolivyalı bir yerli olduğunu belirttikten sonra ‘sence benim ırkım ne?’ diye sormuştu. XIX. Yüzyıl ortalarına kadar İspanyol ve Portekiz hegemonyaları altında yaşayan yerli halk, siyahiler ve Avrupa kökenliler böylece ortak bir kıta tarihinde buluşmuş, ortak tarihin özneleri olmuşlardır. Kıta genelinde İspanyolca ve Portekizce dışında dillerin konuşulmaması bu noktada önemlidir. Diğer bir örnekte, Venezüella’da Tacaqua mahallesinde sosyalist bir grubun yaptığı etkinliği izlemiştim. Etkinlik kapsamında iki duvara mahallenin çocuklarının da gönüllü katılımıyla Devrime atıfta bulunan resimler yapılacaktı. Grup lideri Kolombiyalı, diğer üyeler iki Arjantinli, iki Şilili, dört Venezüellalı ve bir Türk’ten ibaretti. Burada İspanyol iç savaşındaki Enternasyonal Tugaylar benzeştirmesini yapmak yanılgı olur. Ernesto Che Guevara’nın Arjantin’de başlayan, Küba devriminin önderlerinden biri haline gelişi ile devam eden ve Bolivya’da son bulan yaşamında sembolize olan tavır Latin Amerikalılığa dair bir tavırdır.

2. İspanyollar kıtaya sadece engizisyon yollu baskı ve yağma getirmemişlerdir. Akdeniz kültürünü de taşımışlardır. Ve bu kültür kıta halklarının görenekleri ile birleşip yepyeni kimliğe kavuşmuştur. Katolik inancın aldığı biçim ve 1960 larda şekillenmeye başlayan Kurtuluş Teolojisi adlı oluşum bu bağlamda oldukça önemlidir. Başpiskopos Oscar Romero’nun “Adalet tıpkı yılanlar gibi sadece çıplak ayaklıları ısırıyor” sözünde özetini bulan ve Katolisizm ile sosyalist düşünüşü bağdaştırmaya çalışan bu oluşum Nikaragua, El Salvador ve Brezilya’da hatırı sayılır etki yaratmayı başarmış hatta kimi dönemlerde toplumsal muhalefetin önderliğini elinde tutmuştur. Gerilla hareketine katılan din adamları veya taban cemaatleri örgütlenmesi ile yoksul mahallelerde kurulan dayanışma ağları Vatikan’ın son kalesinin Vatikan’a karşı işlediği en büyük günah konumundadır. Yakın zaman önce Paraguay’da seçimleri kazanan solcu lider Fernando Lugo eski bir psikopostur ve geleneğin devamına dair bir göstergedir. Ve bu gelenek “din hakın afyonudur” sözünü en azından kıta için yeniden değerlendirmeyi gerekli kılmaktadır.

Denilecektir ki dünyanın her yerinde komünist olmuş imamlar, rahipler, hahamlar vardır. Lakin sorunumuz kişilerin dönüşümü değildir. Bir inanç kurumu ve Althusser’in tabiri ile söyleyecek olursak erken dönem kapitalizm boyunca devletlerin başat ideolojik aygıtı olan bir kurumun iç yapısındaki dönüşümdür. Dindarlığın yüksek boyutta olduğu kıtada kilise görevlileri üzerinden başlayan ve kurumsallaşan teoloji, sosyalist hareketlere 1960 dan 1980 lerin sonlarına değin büyük bir altyapı desteği sunmuştur. Kültürel farklılık göz önüne alınmadan bu gelişim açıklanamaz.

3. “Söz ayrıştırır, eylem birleştirir”. Güney Amerika çıkışlı olan bu cümle, güneyin yaşam tarzını da oldukça iyi ifade etmektedir. Fidel Castro’nun Sierra Maestra’ya ulaştığı gün pek çok talihsizlik ve acemilik sonrasında nerdeyse tüm cephaneyi ve yoldaşlarının büyük kısmını kaybetmiş olmasına rağmen buluşabildiği 11 kişiye ve elde kalan birkaç silaha bakıp “artık zafer kesinlikle bizimdir” demesi salt bir inanç ürünü değil, eylemciliğin birleştirici gücüne vurgudur aynı zamanda. Benzeri örnekleri aramak gerekmez çünkü her yerde kolaylıkla karşımıza çıkarlar.

Venezüella’da duvar resmi yapma eyleminde ekibin temel düşüncesi mahalle çocuklarının boyama işine katılımını sağlamak idi. Nitekim düşündükleri şekilde gerçekleşti her şey. Çocuklar konturları çizilmiş figürleri büyülü bir oyunmuşçasına boyamışlar, eylemciler ise beraberlerinde getirdikleri biraların da yardımıyla mahalle halkı ile şen mahalle sohbetlerine girişmişlerdi. Bu sohbetlerde politik gündem yerine ağırlıklı olarak gündelik hayata dair bilindik sohbetler ve şakalaşmalar söz konusuydu. Nedenini sorduğumda aldığım cevap gayet basit olmuştu: “Bu sayede biz onlardan biriyiz ve onlar da bizden biri…” Diğer bir örneği ise Arjantin Rosario’da yaşadım. şehrin yoksul mahallelerinin birinde sosyalist bir grup tarafından kurulmuş olan dernek evini ziyarete götürüldüm. Programda mahalle çocukları için okula yardımcı ders eğitimi vardı. Binanın içinde eğitim, dışında ise mate (Arjantinlilerin çok sevdiği bitki esaslı bir içecek) eşliğinde sohbet vardı. Ve her iki örnekte de en dikkat çeken nokta sosyalist grup ile mahalleli arasındaki öncü/kitle, şef/cemaat vb. statülerdeki ayrımın hissedilmemesiydi.

Böylesi bir organik birleşim, tabiiyet ilişkilerinden yoksunluğu oranında bireysel ve kurumsal gelişimin sağlam dayanaklarla örülmesinin de önünü açmaktadır. Şefe bağımlılık yerine özgür iradeye dayalı birlik; maniple eden taşıma bilinç yerine, gereksinim duyan, içselleştirilen bilinç, belirlenim yerine ortaklaşa belirleyiş… Fakat bu tarzın göz ardı edilmemesi gereken ciddi bir sorunu da bulunmaktadır. İradi değil, kendiliğindencidir. Ve bu yönü nedeniyle gerek kişisel gelişimi gerekse grubun sürece müdahale yeteneğinin gelişimini belirsiz bir zamana bırakır. Hele ki kapitalist ideolojinin toplumda “akıl tutulması” yaratma yeteneği ve hızı düşünüldüğünde, kendiliğindenci tarzlar büyük bir soru işareti oluşturur. Günümüzde yakaladıkları şans, rüzgarın soldan esmesinden ve büyük bir tarihsel geçmişin üzerinde yol almalarından ileri gelmektedir.

4. Adını hatırlamadığım bir kitapta okumuştum. Latin Amerika’da yürütülen toplumsal mücadelenin niteliklerini kavrayabilmenin Latin popülizmini kavrayabilmekle mümkün olabileceğini yazıyordu. Öncelikle belirtmeliyim ki doğruluğunu altı aylık yolculuğum süresince karşılaştığım pek çok olayın bana ispatladığı bu önerme, Türkiye’deki popülist tavırdan oldukça farklı niteliklere işaret eder. Dolayısı ile klasik kalıplar içinde, önyargılı yaklaşımlardan arınılarak incelenmeli, bir yaşam dinamiği olarak kavranmalı ve böylece anlaşılmaya çalışılmalıdır. Sanırım Chavez’in konuşmalarına kabaca bir bakış, bahsi geçen farkı gözler önüne sermesi bakımından yeterli olacaktır.

Bilindiği üzere Chavez politik vurgularının merkezine ABD karşıtlığını oturtur. Birleşmiş milletler toplantısında Bush’a yönelik olarak “Şeytan dün buradaydı” demesi pek çoğumuzun hala aklındadır. Bununla yetinmeyip “düşmanımın düşmanı dostumdur” yaklaşımıyla ABD karşıtı liderlere ideolojik savunuları her ne olursa olsun kucak açar. (ki pek çok mitingde Chavez posterlerinin Ahmedinejat ya da Usame Bin Ladin gibi isimlerin yanı sıra taşınması kimi çevrelerce yanlış şekilde Kıtada siyasal islamın yükselişine yorumlanmıştır.) Son noktada da ülkedeki finans oligarşisine karşı söylemleri oldukça sert ve kışkırtıcıdır.

Bütün bu üslubun özeti yüzyılların tekrarı somut hedefi yeniden ve yeniden göstermektir. İspanyol conquistadorlar (fatih) ilk yabancılardı ve yıkımın ilk başlatıcıları oldular. Her şeyi alenen yaptılar. Sonrasında gerçekleşen ABD işgalleri (Meksika’da, Nikaragua’da, Küba’da), Onyılları bulan diktatörlük dönemlerinde ya da darbelerin hazırlanışında verilen destek yine alenendi. Ülkedeki büyük tarım sahalarında, madenlerde ve fabrikalarda yaşanan kıyımlar (Şili’de nitrat işçilerinin taranması, Kolombiya’da muz plantasyonlarında gerçekleşen grevin kıyımla sonuçlanması, Potosi madenlerinde yaşanan katliamlar vd.) ABD’den aldıkları desteği gizleme gereği duymayan yerli finans oligarşilerinin işi idi.

Türkiye’de emek-sermaye ilişkilerini ve sömürü mekanizmalarını izah böylesi bir tarihsellikten yoksun olduğu için görece daha zordur. Orta sınıf umutları hali hazırda canlıdır. Oysa Güney açısından problemin bu basamağını atlamak hedefi tanımlayabilme açısından bir sorun teşkil etmez. Bu nedenledir ki 1970 lerde suni denge ve şehirlerin kuşatılmışlığı teorileri ülkemizde soyut bir olgu olarak kavranılmaya çalışırken kıtada basit bir gerçeklik olarak ifadesini bulmuştur. Ve bu nedenledir ki Chavez ezilenlere seslenişte geleneğin günümüzdeki mirasçısı konumundadır. Yaptığı iş kalıtsallaşmış öfkeye rehberlik etmektir. Gringo kelimesinin bir küçümseme sıfatı olarak kullanıldığı, arkadaşlıkların amigo kelimesi ile dillendirildiği bir kıtada bu yönlü bir pragmatizmin duyguları harekete geçirmemesi söz konusu değildir.

SOSYALİZM RÜZGARLARI
Zapatist hareket Meksika’dan çıkıp dünya gündemine oturduğunda Sosyalizmin ölümünü ilan eden çanlar henüz dinmemişti. Belki ilk başlarda kimi çevrelerce genel geçer bir kalkışma olarak yorumlanmıştı bu hareket. Ne var ki ardı sıra gelen gelişmeler küresel bir ilgiyi yavaş yavaş yeniden kıtaya yöneltti. Hugo Chavez, Evo Morales ve Rafael Correa’nın açıktan sosyalizme yürüyüş vadeden iktidarlarını Şili, Arjantin, Uruguay ve nihayetinde Paraguay’da sol eğilimli yapıların seçim zaferleri izledi. Kolombiya’da Las Farc’ın etkinliği azalmaksızın devam ederken, Brezilya’da Lula da Silva’nın işçi partisi sağa doğru çark etse de MST, toprak işgalleri, üretim kolektifleri, kolektif üniversiteler gibi atılımlarla sosyalist mücadeleye yeni ufuklar kazandırdı. Bu gelişmelerin doğal sonucu olarak büyük medya kuruluşları dahil pek çok yazı ve yayında Latin Amerika’da yükselen yeni bir sol dalgadan bahsedilmeye başlandı.

Ve ilk yanılsama da böylece bu bahis paralelinde oluşturulmaya çalışıldı. Meseleyi sistem içi sınırlar çerçevesinde ele alan yaklaşımlarda “yükselen sol dalga”nın da sistem içi özellikleri ön plana çıkartıldı. Süreç, bir yönüyle Bush yönetimi ile sembolize olan neoliberal saldırıya verilen tepkilere indirgendi. Dalga mefhumunun burada kullanılmış olması anlamlıdır. Çünkü kabraış ve coşkunluğun yanı sıra genelgeçerlik ve sönümlenişi de ifade eder. Neticede Güneyin tarihi bu türden kalkışmaların, darbeler, diktatörlükler ya da Peru ve Kolombiya’da olduğu gibi süreklileştirilmiş sağ iktidarlar aracılığıyla dizginlenişlerinin tarihi değil midir? Küba bir istisna olarak bu genel yargıyı bozmaz. Böylece yükseliş, kitleler nezdinde neoliberal saldırılara sistem içi umut vaat etmenin bir aracına dönüştürülerek hem saldırıya karşı savunma refleksi kırılmaya hem de umutsuzluğun tehditkar bir seyre yönelmesi önlenmeye çalışılır.

Sol yelpazede ise hataya ekseriyetle durumu bir ajitasyon aracına indirgemek suretiyle düşülmektedir. Evet Latin Amerika’da rüzgarın soldan estiği doğrudur ve bir müddettir bu bayrak güçlü şekilde dalgalanmaktadır. Lakin bayrağı dalgalandırırken yaşanan çelişkiler, sarfedilen çabalar ve karşılaşılan zorluklar göz ardı edilirse bayrağın hafiften aşağı kayması halinde elde birikim namına bir şey kalmayacağı gibi yeni bir sol yükselişi beklemek çaresizliğine de düşülecektir. Ajitasyon ile propaganda arsındaki dengeyi ajitasyon lehine sıklıkla ihlal eden genel devrimci geleneğimizin 1989’da sosyalist bloğun çöküşü sonrasında yaşadığı kaos kanımca bu duruma güçlü bir göstergedir.

Dalgalanan bayrağa bakarken bir yandan da o bayrağı dalgalanmak adına yaşadığı güçlükleri ihmal etmemeye birkaç örnek vermem gerekirse sosyalizm hedefini resmen ilan etmiş üç ülkeyi ele almak yeterli olur. Bu ülkeler Venezüella, Bolivya ve Ekvator’dur. Ve her üçünde de iktidarların başını ağrıtan sağ kliklerin yoğun bir karşı faaliyeti söz konusudur. Venezüella’da en zengin birkaç eyalette sağcı valiler seçimi kazanmışlardır. Bolivya’da Santa Cruz kliği olarak bilinen ve yine en zengin eyaletlerin valilerinden oluşan grup otonomi isteğiyle başlattıkları eylemlerde katliamlara varan provokasyonlar örgütlemiş ve nihayetinde Morales’i kendileri ile anlaşma masasına oturmak zorunda bırakmışlardır. Ekvator’da ülkenin en büyük şehri ve ekonomik başkent konumundaki Guayaquil’in valisi olan Jaime Nebot, bu ülkede bulunduğum dönemde Rafael Correa’ya karşı düzenlediği mitingde Ekvator tarihinin en yüksek katılımını sağlamıştır. Amacı Guayaquil’i başkent yapabilmek ve bu sayede ekonomin kilit noktalarını ele geçirmektir.

ABD bir yandan bu karşı devrimci oluşumlara sınırsız destek aktarımı yaparken diğer yandan İsrail ile birlikte Kolombiya ve Peru’nun sağcı iktidarlarına esirgemediği askeri yardımlarla bölgeyi kontrol altında tutma çabasındadır. Las Farc’ın efsane liderlerinden Raul Reyes’in Kolombiya askerlerince Ekvator sınırı geçilerek yapılan operasyonda öldürülmesinde ABD istihbaratının verdiği bilgiler ben Kolombiya’da iken bütün gazetelerde ana sayfa haberiydi. Keza bu olayın ardından Venezüella ve Ekvator’un Kolombiya ile yaşadığı krizde (İki ülke Kolombiya büyükelçilerini kovmuş, misilleme olarak Kolombiya hükümeti sınır kapılarını kapatmıştı) ABD, gerilla kamplarına izin verdikleri gerekçesi ile Venezüella ve Ekvator’a terörist ülkeler payesini yapıştırmakta gecikmemişti.

Sonuç itibarı ile iktidara geldiği anda ilk icraatlarından biri ABD askeri üslerini kapatmak olan Correa’nın Sağcı medyanın saldırılarını bertaraf etmekte (Ya da bu kuruluşları kapatmakta) zorlanan aynı Correa olduğunu bilmek zorundayız. Her iki tavırda da farklı dengeler ve hesaplaşmalardan geçildiğini umursamadan bir uygulmayı göklere çıkarıp diğerini en iyi ihtimalle görmezden gelişimiz ne bize ne de mücadelemize katkı sağlayacaktır.

Şurası muhakkatır ki Latin Amerikanın bugününde rüzgar güçlü bir biçimde soldan esmektedir. Lakin bu ne yükselen bir dalgadır ne de kesin bir zafer. Sosyalizm savaşı yükseliş ve alçalışlarla tanımlı konakları olan kesintisiz bir savaştır. İktidarı ele geçirmekle bitmediği gibi asıl zorlukları bu aşamada başlar. Çünkü artık savaşımınız yeni bir cepheyle genişlemiş olur. Eski iktidar sahipleri henüz vazgeçmemişlerdir, onlar tarafından inşa edilen ideolojik mekan ve aygıtların eşitlikçi bir yaşam örecek şekilde dönüştürülmesi ya da yıkılıp yeniden inşası gereklidir. Kıtanın kimi ülkelerinin geldiği konak bu zor aşama ise kimilerininki de bu aşamaya yakınlığı tartışılır vaziyetlerdir. Ve gelinen konakta dünyaya etkilerini sunmakta, dünyadan etkilenmeye devam etmektedirler. Görev bu etkilerden beslenip besleyebilmek adına yürümeye devam etmektir.


Ergün ŞİMŞEK
Mayıs 2009/ Yol dergisinde yayınlanmıştır

17 Ağu 2009

EKVADOR: "ÇEMBER YUVARLAK DEĞİLDİR" *





“Quid rides? Mutato nomine, de te fabula narratur”(Ne gülüyorsun? Değişik isimlerle anlatılan, senin hikayendir)Horatius





Ve nihayet yeniden Quito’dayım. Bu şehirden başlayan yol, yine burada bitiyor. Hiçbir şey ilk karşılaştığım anların görünümünde değil. Oysa her şey bıraktığım yerde duruyor. Denilecektir ki, uzun yollar, bilinmeze yapılan o yolculuklar değiştirir insanı. Biraz eksiltir biraz arttırır. Öyleyse bu göz, o eski göz değil. Ben değiştim ve benimle birlikte değişti her şey; biraz azaldı, biraz fazlalaştı…

İspanyolca ilk kelimeleri Quito’da öğrenmiştim. Yabancı ve ürkekti bakışlarım. Latin Amerika’da pek fazla örneği bulunmayan gotik üslupla inşa edilmiş Basilica del Voto Nacional’i hayranlığımı saklamadan dolaşmış, Panecillo’ya yoksulların barriolarından yürüyerek gitmiş, korkuyu yaşamıştım. Dağlar ve tepelerle çevrili bir ovaya kurulmuş olan Quito’da Tepelerden birinin zirvesinden şehre bakmaktadır devasa boyutlara sahip Kutsal Bakire heykeli. Burası El Panecillo’dur. Eteğine yoksulların barrioları (mahalle) tutunmuştur. hiçkimseliğe mahkum edilmişlerin mahallelerinde yalnız dolaşmaz hiç kimse. Tek başına yürümeye kalkışmıştım. Yaşlı bir Ekvador’lu uyarmasaydı hayatımın en zor anlarından biri ile yüz yüze kalacaktım.

Her anlamda İki kutba ayrılmıştır kent. Dağların yamaçları yoksun, ova zengindir. Eski Quito isimli bölgede sömürge tarihi yaşar, yenisinde yirminci yüzyılın Ekvador’u. El Ejido parkında kızılderililerin el sanatlarını sergiledikleri bir pazar bulunur; Panecillo’nun yamacındaki parklarda bedenlerini sergileyen hayat kadınları… Ve her anlamda çelişkili birliktelikler yumağıdır kent. Eski şehirde her sokağın başlangıcı ve bitiminde bir kilise vardır. Mimarileri göz alıcı zenginliklerle doludur. Altın işlemeli barok süslemeler, mozaik kubbeler, kimisi siyah derili, kimisi yerli ve kimisi de beyaz İsa heykelleri, aziz ikonaları ve biri diğerinden güçlü orijinal tablolar… kapılarında ise dilenciler ordusu avuç açar. Diğer yandan El Ejido parkının voleybol sahasında maç asla bitmez. Herkes ekonomik gücü oranında iddiaya girer. Yanı başlarındaki çimler kağıt oyuncularının sahasıdır. Ve her iki ekibin seyircisi boldur. Seyircilerin ardında ise evsizler ağaç diplerini ev bellemiştir. Kaldığım hostalın yakınlarındaki bir duvarda okumuştum. Şiir sokaktadır (La poesia esta en la calle) yazıyordu. Haklıydı. Quito’da şiir, kelimenin gerçek anlamıyla sokaktadır.

Kıta yerlilerinin bütün öğretilerinde temel öğe ‘eski yollara’ ulaşmaktır. Nedir eski yollar ve neden ulaşılmak istenir? Onlar başlangıcı olanın bitime yazgılılığını kavramışlardı. Ve her bitim sadece yeni bir başlangıcın ilk basamağıydı. Deneyimle güç kazanmış kimlikte, daha güçlü bir yenilenme adına dönülmeliydi ilk basamağa. Sürekli tazelenmeliydi benden; parçası olduğu tabiat gibi… Eski yollara ulaşmak bir tazelenişti.

Cotopaxi yayvan bir dağ. Yalnızca son 2000 metresi güçlü nefesler gerektiriyor (5897 mt’dir). Rehberimiz Don Marcelino güleryüzlü bir yerli. Sisin dağılması için büyü yapıyor, şifalı bitkileri tanıtıyor. Birkaç hatıra yaprak almak istediğimi söylediğimde ağacı incitmemeye özen göstererek koparıyor. Arkadaşı olan şaman ansızın elini karnıma doğru tutup bir şarkı mırıldanıyor. ezgisinde büyü taşıyan sözleri anlayabilmeyi isterdim. Hepsi bir anlık şaşkınlık ve mutluluk… Tırmanışa geçiyoruz. Dünyaya bulutların üzerinden bakmak tarifsiz bir duygu. Cotopaxi canlı bir volkan. Epeydir karların altında uyuyor. Ne var ki uyandığında tüm hayatı yenileyecek. Bunu herkes biliyor.

Quilotua ölü bir yanardağ ağzına yerleşmiş destansı bir güzellik. Kıyısında yoldaşı ağaç duruyor. 3900 mt rakımdaki bu masmavi göl hergün onlarca misafiri ağırlıyor. Ağacın gölgesinde öğle yemeği, lamalar ve yerli çocukları ile hatıra fotoğrafları, kratere iniş onbeş dakika ama çıkış bir saati aşacak. Geç kalmamak gerek. Lakin yürek terk edişe yanaşmıyor. Quilotua gökyüzü ile yeryüzü arasına serili bir şarkı. Gören yürekleri, toprağı ve ölü bir volkanı tazeliyor.

Madem ki her yol, başlangıca idi ve madem ki her ilk, kendi sonuna gebe idi; öyleyse ne ilk vardı ne de son. Dünya başlangıcı ve bitimi bulunmayandı. Bir çemberdi eski yollar. Yeni Dünya’nın yerli kavimleri sarmalı keşfetmemişlerdi. Dolayısı ile bu kavramdan yoksundular. Aslında bütün öğreti sarmalı açıklıyordu ama onlar çember diyorlardı. Çünkü biliyorlardı ki yola bir son tanımlamak yolsuz kalmaktır. Yürümeyi sürdüren ise, bir sonraki adımında bir önceki adımındaki insan değildir. Neticede “değişmeyen tek şey değişim”1di.

Huayna Capac İnka topraklarını o dönemlerdeki adı Tomebamba olan Cuenca’dan yönetmişti. Kuzeyin fethine giriştiği yıllarda İspanyol gemilerinin getirdiği salgın hastalıklar, kılıçlardan önce yayılmıştı. Huayna Capac bir salgında, Tomebamba top ateşlerinde ölecektir. Gömülü oldukları yerin adıdır İngapirca. Bir zamanların savaş üssü artık kültürün ve belleğin ölmemesi için direnmekte. Belki ingapirca’dan dolayı belki de fundadorların (şehir kurucusu) yaptırdığı kurumsal yapılardan dolayı Cuenca’ya kültür başkenti denir. Roma tarzı mimarinin formlarıyla donatılmış olan katedrali, Rio tomebamba’nın iki yakası boyunca sıralanan konutların huzurlu yüzleri ve Avrupa mimarisinin Rönesans’tan bu yana tüm akımlarını yansıtan tarihi binaları ile, aldığı sıfatı sonuna kadar hak ediyor.

Eski Katedralin karşısındaki meydanda oturmuş insanları izliyorum. Bir turist çift yanıma yaklaşıyor. ‘İtalyan mısınız?’ diye soruyorlar. Türkiye’den geldiğimi söylüyorum. Gülümseyerek yanıma oturuyorlar. Katedrali göstererek ‘İtalya gibi’ diyorlar. ‘Neden İspanya gibi değil?’ ‘Çünkü Papa İspanya’da yaşamıyor’. Engizisyon İtalya’da kitaplarda kaldığında, burada hala acı dağıtmayı sürdüren bir gerçekti ama; sözcükler dudaklarımdan dökülemiyor. Haklısınız diyorum sadece.

Modern yüzyılın insanı adımlarına bağlanmıyor. Hangi aşk yetinmeci, hangi fotoğraf en güzelidir? Durmaksızın bu ve benzeri soruları soruyor. Ama verebildiği bir cevap yok. Yanıtı cümlelerdeki noktalar misali sonuçlarda aradığı sürece de olmayacak. Sarmalın bitimsizliği ve değişimin belirsizliği amacın yitimi ve kadere varıştır onun yüreğinde. Kaderini eline almak ise korku… Oysa insan zamanının ve tarihinin kölesi değil efendisidir. Loja’nın duvarlarındaki resimler bunu anlatıyor.

Resimlerde Simon Bolivar beyaz atının üzerinde kılıcını çekmiş. Arkasında beş ülkeden gelen bağımsızlık savaşçıları var. Maviler içindeler. Yüzlerinde umut, gözlerinde inançla çizilmişler. Yenilgilerden paçavraya dönmüş olan ordusunu Ekvador’dan Kolombiya’ya kaydırmaya karar verdiğinde Bolivar, subaylarına savaşı Potosi’nin doruğuna dek yayacaklarını söyler. Bitkin konumdaki askerleri onun aklını kaçırmış olduğunu düşünürler. Ve Güney Amerika ülkeleri içinde bağımsızlığını kazanan ilk ülkedir Ekvador.

Loja’da turistik olan tek şey sakinliğidir. Ekvador’un sürreal coğrafyasını görmek için güneye Vilcabamba’ya inilmelidir. Marquez ve Fuentes’ten öğrendim büyülü gerçekçilik adlı akımı. Yüzyıllık Yalnızlık’ta, Sefer’de okuduklarıma, Orozco’nun duvarlara çizdiği kaba köylü ellerine büyülendim. Vilcabamba, Tilcara (Arjantin), Andlar, Amazon, Uyuni (Bolivya), Atacama (Şili) ve daha niceleri bu akımın neden bu kıtada doğduğunu izaha yeterli gerekçeler. Gerçeküstü coğrafya gerçeküstü tarihle birleştiğinde imgeler de büyülü oluyor. Ve seferi sürdürmek arzusu böyle büyüyor.

Machala’ya varıyorum. Dünya’nın ‘Muz Cumhuriyeti’ ismini taktığı kent Machala. Turistler için uygun bir bölge olarak adledilmiyor. Fakirliğin hüküm sürdüğü yerlerde görülebilecek tek şey yoksunluktur. Ve güneş gözlükleri parıltılar içindir. Yoksulluğun parıltılı bir şey olmadığı anlatılıyor. Muz Cumhuriyeti son başkanın istifasını hazırlamakta önemli bir rol oynamış, sosyalist başkan Rafael Correa’nın seçilmesini sağlamıştı. Parıltıyı görebilmek için farklı bakmak gerekiyor. Tıpkı Machala’nın toprağını nefes almamacasına kaplayan bu uçsuz bucaksız muz bahçelerinin yarattığı yeşil atlasın seyri gibi. Muz ağacı palmiyeye benzer, Palmiye yapraklarından örülü sonsuzluk fırtınalı okyanuslara benziyor.

Machala’da duruyor otobüs. Genç bir kız yanıma oturuyor. Henüz yirmili yaşlarında.Birisi iki-üç aylık üç çocuğu var. Otobüs tıka basa doluyor. Çocuklardan biri benim kucağımda diğeri aramızda, bebek ise onun kucağında yerlerimizi alıyoruz. Ağlıyor bebek. Memesinden süt veriyor anne. Otobüsteki yolcularla şen kahkahalarla dolu sohbete girişiyor. Bebek annesinin sütünde, ben yoksun denilen insanın, hayatın ona dayattığı tüm zorluklara rağmen yitirmediği gülüşündeki sıcaklıkta buluyorum bahar dallarını.

Amazon kabilelerinden Guarano’ların sözcük dağarcığında ‘affettim’ kelimesi yoktur. ‘Unuttum’ derler. Cezaevi’nin ne işe yaradığını anlamazlar. En büyük ceza kabileden dışlanmaktır. Cehennem fikrini bilmezler. Onları cehennemle korkutmayı deneyen hıristiyanlara ‘Dostlarım da orada olacaklar mı?’ (2) sorusunu yöneltirler. Kimdir ilkel? Binyıllar öncesinden değişimin gücüne bağlılıkla yürüyen, tazelenen bedeni amaç edinen mi? Yoksa yaşamın zenginliğini mutlakl hedeflere prangalayan mı?

Baños yağmur ormanlarının kenarına kurulmuş küçücük bir kent. Tungurahua volkanı’nın gülgesinde sürdürüyor yaşamını. Volkan homurdanıyor. Gök gürültüsünü andırır seslerlerle dumanlar püskürtüyor ağzından. Hiç kimse paniklemiyor. Saygı duyuyorlar volkana. Sevgilileri orman dinliyor sesleri. Yağmur ormanlarında bana rehberlik eden yerli şifalı bitkileri tanıtıyor. Bu ağacın kökleri, bir ötekinin dalları, bir başkasının kabukları iyileştirici. Yağmur ormanlarının tabanı sararmış yapraklar ve nemle kaplı. Çizmeler örümceklerin içeri girmesine engel değil. Dikkatli yürümek gerekiyor. İşte şelale, su zerrecikleri coşkuyla uçuyorlar. İşte güneşlenen bir kayman. Şamatacı papağanlar, yemeğimizi çalmaya gelen maymunlar… Amazonlar insanın insanlığı ile buluştuğu büyük bir fauna. Colomb’un bu ormanlarda kaybolmasına izin vermeyen yerli vicdanına öfkemi bastıramıyorum.

Ekvator çizgisi dünyayı sadece kuzey ve güney olarak bölmekle yetinseydi hakkında yazılacak birkaç satır olurdu. Ekonomik-politik bir sınır aynı zamanda. Kuzeyin fabrikaları güneye akarken güneyin işçilerinin kuzeye göç etmesi çizginin üzerindeki suyun tersine hareketinden daha ironik bir hal arz ediyor. Galapagos Adaları Darwin’in evrim teorisinin beşiği. Bir ayrıcalık; yüksek meblağlara tanınıyor. Ayrıcalık sahibi olsaydım bunu yazardım. Guayaquil, başkentten daha büyük. Aynı adlı körfezini gökdelenlerle sarıyor. İstanbul’dan cazip özellikleri olsaydı onu yazardım. Ve Tulcan Kolombiya’nın sınırı. Farc gerillaları buradaki ormanlarda etkin. Kolombiya kapısından yeniden giriş yapsaydım yeniden yazardım. İnanıyorum ki her seferinde daha farklı cümleler karalardım.

Lakin şimdi yolculuğa başladığım yerde ve yeni bir başlangıcın eşiğindeyim. Nedendir bilmiyorum ama aşka ömür biçen kitabın ismi, okumadığım halde zihnimde dolanıyor. İnsan sevdasında, ideallerinde ve beklentilerinde harcadığı emek ile var. Bu nedenle biten beklenti, ideal ya da aşk olmuyor. Önce emeği yaratan istek sonra emeğin yarattığı değer bitiyor. Her şeyin sorumlusu cümlenin sonundaki nokta. Sarmal istekte ve emekte sonsuzluktur. Aşkını, umudunu ve ideallerini nokta ilen biten yazılara göre şekillendiren kaybedecektir. Yeni bir başlangıç için noktadan sonraki cümleye merhaba…


Başlık: "Yağmurdan Önce (Before the Rain) adlı filmden..
1. Karl Marks’a ait ünlü söz
2. Kaynak Eduardo Galeano; Ateş Anıları.

Ergün ŞİMŞEK
2008 Ekim/ Radikal Gazetesi'nde yayınlanmıştır.