16 Ağu 2009

COLOMBİA... ALINTILARDAN ANLATILARA YOLCULUK



Bir coğrafya ve bu coğrafyadaki yaşantılar hakkında duyduklarımız, bir fotoğrafa bakmak gibidir biraz. Çünkü anlatı, sözkonusu coğrafyanın dinamiklerini mevcut bütünselliğinden kopartarak kesitlere indirger. Fotoğraf ise zaten kesitlerden yeni bir bütün yaratma eylemidir. Bu özellikleriyle ne anlatılar ne de fotoğraflar bize gerçekligin birebir çevirisini yapmaya kalkışırlar. Çeviri değil, alıntı yapmak ve böylece ancak alıntılarda göze çarpar, yüreğe işler hale gelen gerceklikleri açığa çıkartmak, Colombia denildiğinde ilk elden aklımıza gelen isimler gibidir biraz: Las Farc ve gerillalar, Pablo Escobar ve kokain, Marquez ve yüzyıllık yalnızlık...

Tulcan’dan (Ecuador) Rumichaca sınır kapısına gitmenin tek yolu taksiye binmek. Biniyorum. Amazon ormanlarının kıyısı sayılabilecek yeşillikler arasından ilerliyor taksi. İster istemez aklıma Farc gerillaları geliyor. 40 yılı aşkın savaşımında ülkenin 1/3 ünü kaplayan Amazon havsasını kontrolünde tutuyor Farc. Colombia hükümeti sınır hattındaki gerilla kamplarına izin verdikleri için Ecuador ve Venezuela ile siyasi kriz yaşıyor. Ancak düşüncelerimi işgal eden şey krizden ziyade bu hattı geçebilmekle ilgili kaygılarım. Duymuşum turistleri kaçırdıklarını. Contraların ya da uyusturucu kaçakçılarının gerillalara karsı bir propaganda malzemesi amacıyla insanları öldürdüklerini okumusum gazetelerde. Bakışlarımı süzüyor taksici. “Merak etme” diyor. “Gerillalar kimseye zarar vermez. Onlardan çekineceğine hırsızlardan çekin. Çünkü Colombia’da gidecegin şehirlerin çoğu hırsızlar cenneti olacak. Ama yine de güzelliklerle bezelidir Colombia. Plajları palmiyelerle doludur. Her yanı yemyeşil ormandır. Kadınları güzel ve dansları gibi neşelidir insanları. Sorun etme sorunları, hayatın keyfini yaşa.” Gülümsüyorum.

Yeni bir coğrafyanın yollarında yürümek, yeni bir fotoğrafın peşine düşmek gibidir biraz. Keşfedilmeyi bekleyen görünümler ve yaşamlarla doludur yürüdüğünüz yollar. Gözünüze ilişen herşey sizin için yeni ve alışılmadıktır. Dolayısı ile heyecanınızı arttıran bir güzelliğe bürünürler. Ormanları yurt edinmiş insanların köyleri, dağ yamaçları ve nehir kıyıları boyuncadır. Bir yanı uçurum diğer yanı kayalarla kaplı dağ yollarında döne dolana ilerleyen, askerlerin siperlerde nöbet tuttuğu köprüler sayesinde dağdan dağa ulaşabilen otobüsün hızınca akarlar. Ve Yüzyıllık Yalnızlıkta betimlenen manzaralardır pencerenin ardı sıra akıp gidenler. Böylece ormanlardan, yemyeşil dağlardan, köylerden ve köprülerden geçerek varırsınız Colombia’nın ilk şehirlerine. Pasto küçük bir şehirdir. Tüm küçük şehirler gibi dingin akar zamanı. Alıntılardan, bellekteki izlerden beslenen fotoğrafları ararsınız bu dingin zamanlar süresince.

Pasto’da gözüme çarpan ilk şey terminal yakınındaki stadyum oluyor. Bir maç oynanıyor. Tribünlerden şarkılar ve tehlikeli bir atağın golle sonuçlanmadığını belli eden uğultular yükseliyor. Latin Amerika bir fiestalar kıtası ve futbol da fiestanın ayrılmaz parçası. Fiestayı dinliyorum kısa bir süre. Ama midem de fiesta yapmak istiyor. Stadyumun yakınındaki bir lokantada yemek molası veriyorum. Menü, pirinç pilavı, muz kızartması ve tavuk kızartmasından ibaret. Muz kızartması, ilk olarak Marquez’ın romanlarında kaşılaştığım bir yiyecek. Okuduğumda “muzun da kızartması mı olur?” demiştim. Ancak burada en sevdiğim yemek çeşidi oldu. Yine de Türkiye mutafağının damak tadına sahip bir insan için dünyanın hiçbir bölgesinin mutfak kültürünün tatminkar olmayacağını düşünürüm. Hele ki Latin mutfağı sözkonusuysa... Sallama çay dışında çayı, beyaz peyniri, siyah zeytini olmayan bir mutfak bu. Ekmek ve tuz sadece özel istekle sofranıza gelebiliyor. Onlar, her ikisini de pek kullanmıyorlar. Belleğimin ilk fotoğrafları muz kızartması ve tropik kuşağın her biri diğerinden tatlı meyvelerinin suları oluyor böylece.

Oysa bilinmeyenin içinde dolaştıkça bedeniniz, terkedecektir eski arayışını belleğiniz. Çünkü çevirinin kendisi ile karşılaşmışsınızdır. Heyecanı arttıran güzelliklerin yarattığı şaşkınlık anı atlatılmıştır. Artık beden ve bellek çeviriyi okumaya, çevirinin içinden kendi anlatısına dair alıntıları yapabilme çabasına başlamıştır. Artık fotoğraf makinanız sizin gözünüzden bakabilecektir keşifler atlasına.

Latin Amerika şehirlerinin ana özelliği colonial İspanyol dönemin etkileridir. Izgara sistem şehir planları, plazalar ve her biri bir aziz ismine sahip kiliselerle donatılmışlardır. Tarihi binaların tamamı bir avlunun etrafını dönen odalardan oluşan akdeniz mimarisinin ürünüdür. En yükseği üç katlı olan, alaturka kiremit çatılarıyla bize yabancı durmayan binalar... Kiliselerde gotik kemerler, barok desenler, rönesans döneminin fırçalarına öykünmüş tablolar ve çılgın bir ekletisizmle yaratılmaya çalışılmış ihtişam arasında dolaşırken siyah İsa heykelleri karşınıza çıkar. Binalar, sokaklar ve kiliseler boyunca Akdeniz’i solur, İspanyol conquistador (fatih) ve fundadorların (şehrin kurucusu) tarihsel serüvenlerinin izleyicisi olursunuz. Ki bu takip özel bir çaba gerektirmez. Afrikalı köleler siyah İsa heykellerindedir, her sokağın ve her meydanın adı bir kahramana ve dolayısı ıle bir mücadeleye atıftır. Nihayetinde tarihin tanıkları arasında geçen şehir turunuzda soluduğunuz bu tropik akdeniz havası bir an gelir sizi de tarihin bir görgü tanığına dönüştürür. Bugünün yanı sıra geçmişe yolculuğunuz bu sayede başlar.

Colombia’da uğradığım ilk büyük şehirdi Cali. Uçsuz bucaksız şeker kamışı tarlaları ve devasa haciendalarla dolu, alabildiğine yeşil bir vadiden geçerek, her sabah vaktinin yağmurlu ve her öğlenin yapışkan bir sıcakta yaşandığı bir mevsimde varmıştım Cali’ye. Ve vardığım gün farkına varmıştım bu kıtada büyük şehirlerin iki yüzü olduğunun. Şehrin merkezi, bütün diğer şehirlerdeki gibi tarihin tanıklıklarına ve gözalıcı bir dokuya sahip. Geceleri barlarda insanın kanını kaynatan salsa ritimleri yükseliyor, modern apartmanlar Rio Cali boyunca ilerleyen parkların yeşili içinde kaybolup, huzurun bir parçası halini alıyor. Ancak şehrin çeperi bir yoksulluklar ve yoksunluklar deryası. Çepere turistlerin gitmesini kimse istemiyor. Buna temel gerekçe gasp riski olsa da söylenmeyen söz daha ağır duruyor. Kimse fotoğrafçının fotoğrafladığı nadir ve narin çiçeğin üstüne konan sineği dile getirmeye yanaşmıyor. O sinek ki sorumlusu dile getiren olacaktır. Oysa gerillaları, uyuşturucu kaçakçılığını, birkaç tahta ve naylonlardan kurulu çeper mahalle barakalarının sürünen hayatlarını yaratan neden, herkes biliyor ki o nadir ve narin çiçeği talan hırsıdır. Colombia’nın doğal zenginlikleri ve seyrıne doyum olmaz güzellikleri aynı zamanda felaketidir. Cali, büyüleyici güzelliğini ve felaketini adını aldığı nehrin kıyıları boyunca birarada, bağrında taşıyor. Parklarda kuş cıvıltıları ortasında dolaşırken Rio Cali’nin karşı kıyısına, ayaklarına naylon ve kartondan ev inşa edilmiş köprüleri kullanarak geçmeniz gerekiyor.

Bir ülkenin kaç çevirisi yapılabilir? Hele ki bakış, bütünüyle bir görecelikken? Eduardo Galeno bu durumu “Hintlilerin kutsal bir inek gördüğü yerde başkaları kocaman bir hamburger görür” sözüyle açıklıyor. Medellin, dünya kokain trafiğinin ve sokak çetelerinin merkez üssü diye lanse edilen şehridir Colombia’nın. Medellin Pablo Escobar ile özdeşleşmiştir ve korku yaratan bir imajı vardır bu anlamda. Medellin’e giriş yaptığımda hava kararmıştı. Tepelerle çevrili şehir karanlıkta, bir vadiye akan lavlar ülkesi gibi gibi görünüyordu. Bu görüntü bile başlıbaşına onu gözalıcı kılmaya yetiyordu. Gündüzü ise güzelliğinin gecesiyle sınırlı olmadığının göstergesi oldu. Pablo Escobar bu şehirde sevgiyle anılıyor. T-shortlerde resmi, resminin altında “el patron” yazısı... Soruyorum bir t-short satıcısına “neden el patron” diye. Nereli olduğumu sorarak yanıt veriyor. “Türkiye’denim” diyorum. “Burada çok Türk var” diyor. “Pek coğu da “haşiş” işinin içinde. Ama hiç bir tanesi “el patron” kadar bizi düşünmemiştir. O yoksullara kimsenin yapmadığı yardımları yaptı.” Latin Amerika’da Ortadoğu ve Türkiye halklarının hepsine birden “el turco” dendiğini bu sohbette öğreniyorum. Lanetli ülkenin lanetinden gelir elde etme arayışında onların gözünde onlardan masum olmadığımızı öğrendiğim gibi...

Ve şehirden şehire yol aldıkça, ve ormanların yeşil görkeminden caraib denizinin mavi sınırsızlığına varınca, ve o çok tehlikeli denilen ülkenin büyülü gerçekliğini anladıkça bırakırsınız çevirileri okumayı. Artık yazan, çeviriyi yapan sizsinizdir. Alıntılarınızı andan ana seçer, büyülü gerçekliği kendi gözlerinize has cümlelerle tanımlarsınız. Cartagena’nın insanı kendsine aşık eden romantik dokusu sizin objektifinizde turizm şirketlerinin objektiflerinden çok farklı yansır. Ve objektifiniz ışıkla, kaleminiz mürekkeple yazar yeni bir çeviriyi.

Cartagena korsanların şehridir. Francis Drake 1500 lü yılların ikinci yarısında şehri surlarla korumaya almış. Bugün bu surlar, top yuvalarında oturup gün batımını izleyen sevgilileri ve içeriye sızmaya çalışan yirminci yüzyıl mimarisinin binalarına karşı korsan hikayelerini koruyorlar. Şehrin sırtında yer alan kaleye çıkıyorum. Kaleden Cartagena’ya ve surların sol yanından bir dalgakıran misali uzanan kumsala bakıyorum. Kumsal, herbiri lüks bir otel olan yüksek, modern binalarla dolu. Kalenin burçlarındaki toplar bu binalara çevrili duruyor. İçimden topları ateşlemek geçiyor. “Kolera günlerinde aşk”ın yaşandığı zamanlardan bu yana Cartagena, yakınındaki volkan gibi sıcak. Bu romantik şehrin gökdelenlerin gölgesinde kalmasına yüreğim elvermiyor. Korsan aşklarının yaşandığı mekanlarda şimdilerde “kolera günlerinde aşk” filminin kostümleri mağaza vitrinlerindeki yerlerini alıyor. Müzeler Cartagena’da bir sergi olmaktan çıkıp bugünü ve geçmişi birarada yaşatıyor.

Eduardo Galeano özel bir kelimeden bahseder. “Sentipensante”. Sentir (hissetmek) ve pensar (düşünmek) fiillerinin birleşiminden oluşturulmuş bir kelimedir sentipensante. Hissederek düşünmek anlamına gelir. Colombia’lı balıkçılar, buluşları olan bu kelimeyi gerçeğin ve doğruyu kavramanın en yalın yolu olarak ele alırlar. Sentipensante ile yazılacaktır yeni coğrafyalara dair çeviriler. Fotoğraflar sentipensante ile çekilecektir. Ülkenin sınırında dinlediğimiz anlatılar ve baktığımız fotoğraflar, tersyüz olmuştur ülkeden çıkışa yaklaştığımız vakitlerde.

Santa Marta son durağımdı Colombia’daki. Taganga plajında palmiyelerin gölgesinde sineme çekmiştim masmavi huzuru. Dinlenmiş bir bedenle çıkmıştım ciudad perdida’nın (kayıp şehir) yoluna. Ciudad perdida onbirinci yüzyıl dolaylarında tayrona yerlilerince inşa edilmiş bir şehir. Tropik ormanın içinde birkaç günlük yürüyüş sonrasında ulaşılıyor. Nehirlerden geçiyor, yüzme molaları veriyoruz. Ve şehirden önce bir tayrona köyü ile karşılaşıyoruz. Yoksunlukları yürek burkuyor. Bambu gövdelerinden iskeleti kurulmuş kulübelerini çamurla sıvamışlar. İçinde birkaç eşya kap kacak dışında birşey bulunduğunu sanmıyorum. Giysileri keten bezine benzeyen bir kumaştan ibaret. Kabile şefininin şapkası dışında ayırt edebileceğiniz bir ayrıcalığı yok. Ve bu yoksunluğun sahipleri onbirinci yüzyılda ormanın bağrında inşa etmişler teraslar şehrini. Sulama kanalları, istinat duvarları ve şehre çıkmak için tırmanılan binlerce basamağı yapmışlar. Evleri ahşap olduğu için bugüne miras kalmamış ancak teraslar mimari bir deha olarak capcanlı duruyor.

Santa Marta’dan Venezüela’ya doğru harekete geçtiğinde otobüsüm ormana bakakalmış düşünüyordum. Onbirinci yüzyılda Avrupa karanlıklar içinde iken güneş bu kıtadan doğuyordu. Oysa tarih, medeniyet ve modernlik kitaplarda Avrupa ile başlatılıp Avrupa ile bitiriliyor. Dinlediğimiz anlatılar ve baktığımız fotoraflar Colombia’yı kokain diyarı, hırsızlar meydanı ve terörizam yatağı olarak anlatmaya devam ediyor.




Ergün Şimşek
Radikal Gazetesi/2008

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder