17 Ağu 2009

PERU: YENİDEN YAZILAN GEÇMİŞLERDİR BAŞLANGIÇLAR

Yazıyı bilmiyorlardı. Belgeler, renkli iplere attıkları düğümlerdeydi. Tekerleği kullanmıyorlardı. Dağlarda ve ormanlarda tekerlekli araçlar işe yaramadığı gibi, bu araçları çekecek ne atları ne de sığırları vardı. Lamalar ise fazlasıyla inatçıydı. Çeliği ise henüz bulmamışlardı. Bu nedenle savaşlarda vücutlarını koruyacak zırhlardan, tarlalarda taşları alt edecek donanımdan yoksundular. Yine de onlar Yeni Dünya’nın en görkemli imparatorluğunu kurmayı başardılar. Güneşin oğlu İnka’nın soyundan gelenler, inançlarını ve atalarından miras hikayeleri Peru’da aktarmaya devam ederler

Arica’dan Peru’ya giriş yaptığımda, beni bir süprizin beklediğinden habersizdim. Tacna ile asıl hedefim olan Arequipa arasındaki otoyol, bir protesto eyleminden dolayı günlerdir kapalıymış. üstelik eylem bitecek gibi de görünmüyordu. Fırsat kollayan taksicilere nispet yapıyor yolcular. Avrupa kupası maçını izliyorlar. Yeni Dünya’nın garipliklerine alıştığımdan olsa gerek, ben de sızlanmıyorum. usulca açıp haritamı, çare düşünüyorum. Puno’ya gitmeye böyle karar veriyorum.

Kıtanın ilk uygarlığı değildi İnkalar. Moche ve Nasca kültürleri, sonrasında da Tiwanaku ve Huari medeniyetleri, destansı imparatorluğun üzerinde şekilleneceği temellleri atmışlardı. Kutsal göl Titicaca, eski çağlarda tiwanakuların yurduymuş. Dolayısıyla Puno, İnka olmadan önce Tiwanakuydu. Belki bir zamanlar çok güzeldi. Ama tanıklık ettiğim dönemde viran bir hali var. XVI. Yüzyıldan başlayarak İspanyollar tarafından inşa edilen binalar, özellikle de askeri ve dini yapılar hala yerli konutlarını küçük düşürmeyi sürdürüyorlar. Akdeniz mimarisine özgü sokaklarda sıralanmışlar. Yürüyenleri kagir yığma cephelerinin azameti ve gölgeleriyle esir alıyorlar.

Titicaca’nın mavi sularına kaçıyorum. Yerli halkı gündelik uğraşları içinde tanıma fırsatını bir günlüğüne de olsa Amantani ve Taquile adalarında buluyorum. Küçücük evlerinde turistleri ağırlıyorlar. Bu onlar için önemli bir gelir kaynağı. Yoksun, yoksul ve yalınlar. Mısır ekiyor, kirmen çeviriyor, hayvan otlatıyorlar. Amantani Adası’nın en yüksek noktasında bulunan Tiwanaku-İnka tapınağının kalıntıları, yöre halkınca yaşamın özü olduğuna inanılan dörtlü sisteme bağlılığı simgelemeye devam ediyor. Gemilerle gelen salgınlar ve silahlar, geleneği öldüremiyor.

Güneşti hayatın kaynağı. Kare formlardan oluşan artı (+) biçimli tapınakların merkezleri ona adanmıştı. Herşey dört ana dönüm noktası bulunan dairesel bir hareket arz ederdi. Artının uçları dönümlerin temsiliydi. Ve her başlangıç geçmişin yeniden yazılması demekti. Öyleyse kahinlerin dile getidiği yangın, yeni ve özgür insanların kendi küllerinden doğacağının da haberiydi.

Puno’dan otobüsle altı saat mesafede Arequipa. Varıyorum. Peru’da uğradığım iki kente dair izlenimlerim, önyargılarımı koşullamış. Yanıldığıma seviniyorum. Bu ülkede bütün şehirlerin ana meydanının adıdır, Plaza de Armas. Katedral, bir kenarı işgal eder. Diğer kenarlarda ise askeri ve resmi binalar bulunur. Gözalıcıdırlar. Sömürgeci fatihlerin geliş tarihini anlatırlar. Arequipa’nın merkezi de aynı tasarımın ürünü. Ne var ki belki alanın büyüklüğünden belki de sıra sıra yükselen palmiyelerden dolayı duygusal etkisi tarihsel etkisini bastırıyor. Plazaya açılan bütün caddelere de aynı etki hakim. Yorgun adımlara yeni bir soluk vaad ediyorlar. Vaat yalnızca Santa Catalina’da soluksuz kalıyor. Manastırın dar sokaklarında duvarlar kırmızı, avlular mavinin tonlarında ama iç hacimler bütünüyle taşın soğukluğuyla dolu. Ahşap eşyalar odaları ısıtmıyorlar. Masanın üstündeki terazinin kefesi, bir tarihin özeti gibi yüzlerce yıldır aşağıda, öylece kalakalmış. Ve gizem cezbediyor. Odadan odaya kapılıyorsunuz anafora. Bir avlunun köşesine konuyor kırlangıç. Peşinden gidiyorum. Anafordan, ancak böyle çıkıyorum. Kırlangıç beni condorlara götürüyor.

İnka’nın kutsallık atfettiği canlıdır condor. Çünkü Güneşi o armağan etmiştir dünyaya. Gökyüzünün koruyucu gücü ve ölü vücutları alıp karlı tepelerin ardına götürendir. Ve condor, hayatın özü döngü gibi, daireler çizerek uçar. Bu muhteşem yaratık en iyi şekilde Cruz del Condor’dan izlenir; derin kanyona hakim kayalardan... İlk önce kanyonun derinliklerinde beliriyorlar. Telaşsız bir ritimle sarmallar çizerek yükseliyorlar. Göz hizanıza geldiklerinde ürken siz oluyorsunuz. Varlığınıza aldırmıyorlar. Göğün mavisinde kaybolana dek yükseliyorlar. Kutsallaşıyorlar izleyen yüreklerde.

Akbabaların kanyonu Cabanaconde adlı kasabada Colca Kanyonu ile birleşiyor. Dünyanın en büyükleri sıralamasında ikincidir Colca. Zorlu patika, akbabalar misali daireler çizerek dağların eteklerine iniyor. Bir kaktüs türünün meyvesi olan Tunaya uzanıyor parmaklarım. Koparıyorum. Tadı dik yarların kıyısında unutturuyor tüm zorlukları. Nehir yatağında birkaç tünel var. Altın aranmış. Bulunamamış olması büyük mutluluk. Çünkü özelleştirilen kazanç, toplumsallaşan kayıpları doğuruyor. Ve bir başına insan kaybetmiyor; yoldaşı tabiat...

Söylenceye göre altın ve gümüş Güneş ve Ay’ın düktükleri terlerdir. Tarlalara gümüşten yapılan mısır koçanlarının ekilmesi, evlerde altın süslemeler, yüzlerde altın masklar inanışın gereğiydi. Paylaşmak kendimizden bir parçayı beklentisiz ve teklifsiz vermekse eğer, her iki maden paylaşılan hayata sunulmuş hediyelerdi. Francisco Pizarro’nun karşılaştığı ilk inkalar konuklarına kültürlerini anlatmışlardı. Uluslarının onurunu ve gücünü yüceltmek adına olmayanı var etmiş, altından yapılma tapınak ve kentten bahsetmişlerdi. Felaketlerini anlatıklarını asla anlayamadılar. Kutsal şehir sayılan başkentin, Cusco’nun yerini gösterdiklerinde kılıçlar çoktan çekilmiş, gülleler toplara yerleştirilmişti.

Cusco’nun dar sokaklarında yürüyorum. Yıllar bu sokaklardan geçmemiş. Kusursuz işlenmiş koca taş blokların üstünde İspanyol binları yükseliyor. Bloklara biçim veren elleri düşünüyorum. Tapınakların en yücesini yapan eller, emeklerini sökmek zorunda kalan eller miydi? Neredeydi Güneş Tapınağı? Gezdiğim müzede gördüğüm kalıntılardı belki. Belki de Avrupa işi binaların altında inleyen bu koca bloklardı. Halkın Plaza de Armas’a neden Gözyaşı Meydanı dediğini artık sormuyorum.

Yıllar evvel okuduğum bir hikaye idi. Yıllar sonra, yaşlı bir Kechua bilgesinden dinledim: Olay 1781’de Gözyaşı Meydanı’nda geçer. Uzun bir kuraklık mevsimi yaşanmaktadır. Yerli direnişinin büyük önderi Tupac Amaru yakalanmıştır. İdam edilecek, vücudu parçalanarak eyaletlerde sergilenecektir. Meydana getirilir. Önce karısı, çocuğu ve yoldaşları idam edilir. Sıra ona geldiğinde kol ve bacaklarında dört ata bağlanır. Mahmuzlanır atlar. Başaramazlar. Haykırır direnişçi. Haykırışı duyar gök. Gürleyerek karşılık verir. Görülmemiş şiddette bir yağmur başlar. Bu bir haberdir. Tupac Amaru hesap sormak ve halkını özgürlüğe kavuşturmak için yeni bir bedende yeniden dünyaya gelecektir. Yağmurca söylenmiştir.

Göğe bakıyorum, nedensiz. Hava açık ve berrak. İnsanların yüzleri neşeli. Üç gündür sürmekte festival. Rengarenk kostümler içinde dans ederek caddeleri geçip, şehir meydanının etrafını turladılar. Söyleyeceklerini peşleri sıra çektikleri devasa heykellere, ezgilerini esen yele verdiler. Danslarını ve şarkılarını geceye dek sürdürdüler. Fakat asıl gün bugün. İnti Raimi (Güneşe merhaba) töreni her daim 24 haziranda yapılıyor. Müzenin bahçesinde başlayan seremoni, bir lamanın (ki lamalar insanla özdeş tutuluyordu) Saqsaywaman harabelerinde sembolik olarak kurban edilmesi ile son buluyor. İzleyiciler dünyanın dört bir yanından gelmişler. Tıpkı ihtişamın hüküm sürdüğü günlerde olduğu gibi...

Devletlerine, dört bucağı birleştiren anlamındaki ‘Tahuantinsuyu’ ismini vermişlerdi. Başlangıcı Cusco olan ve dört yöne ilerleyen dört anayol inşa etmişlerdi. Kurdukları ağ sayesinde bir uçtan bir uca bütün And yerleşimlerini birbirine bağlamışlardı. Bir tanesi kuzeye, Machu Picchu’ya uzanıyor. Sırt çantam hazır. İz sürüyorum. Saqsaywaman, Ollantaytambo ve diğer küçük yerleşkelerdeki kalıntılar göreceklerim konusunda birer ipucu (Ya da ben öyle zannediyorum). Büyülü gerçeklik sadece kendi uzamında ve mekanında anlaşılabiliyor. Dağı tırmanmaya başlıyorum.

Vadiden 500 metre kadar yukarıda bulunuyor. Binaların ahşap ve samandan çatıları zamana yenilmiş. Ama duvarlar dimdik ayakta duruyor. Gökyüzüne bakan insan kafası formundaki kayalıklara yaslanmış. Diğer yanlarda teras setler ve uçurumlar yer alıyor. Hayranlık uyandıran bir geometriye sahip. Arazinin her bir kıvrımından yararlanılmış. Hiram Bingham 1911 yılında Machu Picchu’yu keşfettiği an için “Akıl almaz bir rüya gibiydi” sözlerini yazıyor. Rüyaya benzeyen kent, 1450’lerde hükümdar Pachacuti (yeri titreten) tarafından kışlık uğrak olması amacıyla yaptırılmıştı. Düşmanı rahat görebilmek lakin görünmemekse amaç seçilen yer biçilmiş kaftandı. İspanyollar geçtikleri tüm bölgeleri yıkıp yağmalarken Kışlık Saray, saklılığı sayesinde kurtulacak, bugüne miras kalacaktı. Doğaya gelince; o, Machu Picchu’ya gösterdiği saygıyı Yungay’a göstermeyecekti.

Huaraz şehrine bağlı bir taşra ilidir Yungay. Beyaz Sıradağlar’ın (Huascaran dağı 6770 metredir) eteklerinde yer alır. Andların inci tanelerindenmiş. 1970 mayısında yaşanan depremde dağdan kopan kar ve toprak yutmuş inci tanesini; yirmi bin kişi, umutlar, anılar beraberinde... Geride bir mezarlık, bir miktar enkaz, saygı anıtları ve bir gül bahçesi bırakılmış. Huascaran yine beyaz örtüyle kaplı. Bağışlanmak istercesine bütün güzelliklerini seriyor. Llanganuco Gölleri’nin yeşili, Pato kanyonu ve tabiatın sesleri, yaşamı beslemeye devam ediyor. Güney Amerika’nın ilk kültürlerinden olan Chavin’in bu bölgede kurulmuş olmasına şaşmamak gerekiyor.

Chavin’deki taş işçiliği, sulama sistemleri ve dini semboller tarihsel bir seyri özetliyor. Teknikler kültürden kültüre bir miktar daha geliştirilerek aktarılmış. Ve son konakta İnkalar tarafından mükemmelleştirilmiş. Condor gökyüzünün, puma yeryüzünün ve yılan yeraltının koruyucu canlıları olma vasıflarını İnkalardan çok önce kazanmış.Yeraltına sığınan yaşam, Andların doruklarına bu şekilde ilerlemiş. Yeraltı şehrinin galerilerinde yabancılaşmalarla yüzleşiyorum.
Lima’da yalnızca otobüs aktarması yapak için durmuştum. Gemilere sığınak sağlayan elverişli sahilinden dolayı Pizarro’nun kurduğu kent olmasından değil elbet. Methiye taşımamasından hiç değil. Zaman tükeniyordu ve öncelik verdiğim yerler vardı. Aktarma yapacağım firmanın terminali indiğim terminalden beş sokak köşesi ötedeydi. Yaklaşık ikiyüz metre ederdi ve yürümek keyifli olabilirdi. Görevliler, yolcular, dükkan sahipleri.... hepsi taksiye binmemi salık verdi. ‘Yürümek tehlikeli’ dendi. Lima hakkında, ikiyüz metrelik bir taksi yolculuğu dişında söylenebilecek sözler böyle tükendi.

Ve piura, ve Tumbes... Güzel iller, güzel sahiller... And dağlarının sert ikliminden tropik kuşağa geçişler... Yorgun ayaklarımı dinlendirdiğim birer günler.

Artık Ekvador sınırındayım. Yolculuğun bitmesine, başladığım noktaya dönüşe bir haftadan az zamanım kaldı. Biten yol, yeni yolu başlatacak. Ve geçmiş bu tozlu, bu yeşil, bu erişilmez, bu muhteşem... atlasın eşiğinde bir kez daha yazılmaya başlayacak. Benden eksilen ve bana katılanların muhakemesinden gayrısı işgal etmez benliğimi.
Ergün ŞİMŞEK
2008 Ekim/ Radikal Gazetesinde yayınlanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder