16 Ağu 2009

ARJANTİN / URUGUAY: “YA HERKES DANS EDECEK YA DA HİÇKİMSE”

Denir ki çocuklar geleceğe, yaşlı bedenler geçmişe öykünür. Ne cocuk ne de yaşlı bir beden olanlar için ise bugün vardır. Neticede zaman, anlardan oluşmaktadır; kimisi ölecek, kimisi doğacak, kimisi de ölüm ile doğumu birbirine bağlayacak anlardan... Denir ki anlar, bugünden oluşur.

Latin Amerika gezginleri açısından kuraldır: Olası riskleri asgariye indirmek amacıyla karanlık çökmeden kente ulaşılmalı ve bir hostal’a yerleşilmelidir. Jujuy’a gün batımından önce varmak amacıyla La Quiaca’da vakit kaybetmeden otobüse biniyorum. Hareket ediyor otobüs.

Romanlarda okuduğum pampalar, bu uçsuz bucaksız çayırlar olsa gerek. Tek tük çiftlik evleri ve tahta çitler, pampaya rastgele serpililer. Her çiftlik evinin bahçesinde küçük bir ağaç kümesi, çayırların sararmış dokusuna yeşili ekliyor. Seyrine daldığım peysaj yüreğimde ekspersyonist bir tablo oluyor. Lakin çabuk uyandırılıyorum gerçeğe. Polis, otobüsün arama noktasına çekilmesini emretmekte. Arjantin kimlikleri detaylıca, pasaportum öylesine inceleniyor. Ne var ki Bolivya’lı genç, şanssız. Soru yağmuruna tutuyorlar onu. Otobüste kısa bir sohbetimiz olmuştu yirmili yaşlarına varmamış bu gençle. Cordoba’ya çalışmaya giden bir göçmen... Korku, benliğini ele geçirdiğinde ancak bitiyor sorular. Suskun, oturuyor koltuğuna. Jujuy’a kadar bir daha konuşmayacak. Göçmen işçiler, yurtsuz kuşlara benziyorlar. Adları yitik... Bugün diyebilecekleri anlardan mahrum... Pampalarda özgürce at koşturan gauchoları tabloya eklemek imkanzısdır artık. Perdeyi çekiyor, gözlerimi kapatıyorum.

Yurtsuz kuşların mahrumiyeti yerleşiklerin nasibi midir? Hele ki günü yakalamaktan bunca bahsedip yakalamak istenenin neye benzediği bunca umursanmazken. Alışkanlıkların rotasında günü yakalamak günü tüketmekle özdeşleşiyor. Güneyin insanları günü tüketmeye direnmeye devam ediyor.

Sakin ve huzur getiren bir yüze sahiptir Jujuy. Yine de, mimari üslup ve kent dokusundan ziyade (ki hepsinde varolan o aynı akdeniz etkisi) insanları daha dikkat çekicidir. Çünkü Arjantin ve Uruguay halkı, kıtanın öteki uluslarından belirgin farklarla ayrılırlar. Ve bu farklardır ki onları Latin Amerikalı profilinden çok Akdenizli profiline yakınlaştırır. Hem fiziksel yapıları hem de tavırları Akdenizden bir esintidir. Ekvador’da bir vedalaşma faslında öğrenmiştim her türden öpüşün ve dokunuşun bu kıtada karşı cinsler arası bir iletişim sayıldığını. Güneyin insanları ise ülkem gibidir. Ayrıca Türkiye’de çay, İtalya’da kafe ne ise güneyde mate odur. Yerba adlı bitki, kupa benzeri bardağa dökülür, üstüne sıcak su doldurulup kısa bir süre beklenir. Mate hazırdır. Tadı acımtrak bu içecek, süzgeç/pipet karışımı bir alet kullanılarak içilecektir. Sokakta, parkta, mağazada... her yerde görebilirsiniz bir elde mate diğerinde termos taşıyan insanları. Öylece işleriyle uğraşır, öyece gündelik hayatlarının akışına kendilerini bırakırlar.

Bazı günler vardır. Dururuz akan hayatın kıyısında. Oysa adımlarımızı beklemektedir. Atamayız. Bazı şehirler vardır. Dururuz herhangi bir meydanında. Oysa sokaklara açılır kapıları. Geçemeyiz. Bazı günlerde ve bazı şehirlerde, geçmiş ve gelecek amansız iki düşmandır. Bekleyişler, zamanı durdurmaya yeltenen insanı hatırlatır. Anlarız

Salta böylesi bir şehirdir. Katedrali, kiliseleri, parkları ve birbirini dikine kesen sokakları renklerle doludur. İki katlı sıra sıra binaların arasında, ağaçlarla sarılı geniş yollar boyunca yürümek, düşlere bir yolculuktur. Ana meydandaki kapanış seramonisinde gaucholar selamlar sizi. Barlarda zamba (Arjantin folklorik müziği) eşliğinde chacarera (Kuzey Arjantin geleneksel dansı) yaparsınız. Zaman ve mekan, tarihin tebessümlerine götürür. Ama aynı zamanda, o aynı mekanlar geleceğe dair izleri de taşırlar. Bu çatışmalı birliktelikte meydanlar, parklar ve sokaklar boştur. Şehrin bütün sakinleri mağaza vitrinlerinin renklendirdiği üç-dört adet caddeye sıkışmış vaziyettedir. Çatışmalı birliktelikte beslenir kaygılar. Kaygılar, bağlar bilekleri.

Rosario ise dinginliği ve uyumu büyütür. Che’nin doğduğu şehir olmasından belki. Belki de onca yüksek binaya ve yoğun nüfusuna rağmen teknolojı çağının hızına yenik düşmemesinden. Şehir merkezinde ve Rio Parana’nın kıyısı boyunca yer alan parklar yürüyüşe çıkmış insanlar, Oyun oynayan çocuklar ve kafelerden yükselen melodilerle doludurlar. Gerek bu parklar gerekse de çoğu iki katlı olan evlerden kurulu eski zaman mahalleleri ile toplu konutların birbirlerini gölgelemeyen konumları, yüreğinize işler huzuru. Dahil olursunuz şehrin dinginliğine. Ten ve taşın huzur dolu biraradalığında, yarın artık yakındır. Çünkü dünün tortusu tutsaklıklardan kurtulmuştur benlik ve bellek. Ve çünkü bir farkındalık içinde yaşandığında gün bugündür.

Gualeguaychu, Colon ve Paysandu’da birer günlüğüne misafirim. Hepsi ten ve taşın ahenginde süren hayatlar. Dudaklarımda bir tebessüm hepsi... Tebessümümle varıyorum Montevideo’ya. Bir potre Montevideo; hüzünler gözleri, dudakları umutlar...

Plaza independencia’da (Bağımsızlık meydanı) Jose Artigas, atının üstünde, sırtını Atlantik okyanusuna vermiş, kente bakıyor. Kent, herbiri XIX. yüzyıl eklektisizminin görkemli örneği binalardan kurulu. Kaldırımlar boyunca yeralan çınarlar ve çınarlardan süzülen ışık huzmeleri mimari görkeme romantik ezgiler katıyor. Ezgiler yele katılıp, sokaktan sokağa yayılıyor. Rio Parana’nın iki kıyısını kuşatıyor. İki kıyıda iki şehir var. Tango, “şen milonganın hüzünlü çocuğu, bu kentlerin eteklerindeki barınaklarda, teneke mahallelerin avlularında” böyle doğuyor. Aşağılanmalar içinde doğan müzik, şimdilerde Rio Parana’nın iki yakasındaki iki şehirde elit kulüplerin gözbebeğidir.

Tangonun öyküsü, Arjantin ve Uruguay tarihlerinin özetidir aslında. Artigas, Tupamarolar, Ernesto Che, Evita,... Bereketli toprakların yoksun dudaklarındaki umut sözleri... Büyütmüşlerdi umudu. Ve büyüttükleri oranda aşağalanmışlardı. Adları eşkiyaya çıkartılmış, sürgünlerde tükenmişti yaşamları. Gün döndü, devir değişti. Günümüzde artık birer ulusal semboldürler. Plaza İndependencia’da Artigas kente, ben bu devasa heykele bakıyorum. Gözlerinde hüzün, dudaklarında umut var. Gözleri gözlerim, dudakları dudaklarım. Feribota biniyorum. Nehir yeni bir hikayeyi kulağıma fısıldıyor.

Hani bazı bitkiler vardır, dalından çoğalır. Rio Parana’nın kıyısında bu özellikte büyük bir ağaç ve ağacın gölgesinde insanlar yaşarmış. Hoş bir havada rüzgar, büyük ağaçtan bir dal koparmış. Nehire düşmüş dal. Yüzerek karşı kıyıya ulaşmış ve tutunmuş toprağa. Küçük ağaç işte böyle dünyaya gelmiş. Adını Montevideo koymuş sakinleri. Büyük ağaca ise yeşerdiği ilk zamanlardan beri, Türkçe’de iyi/hoş havalar anlamına gelen Buenos Aires denirmiş. Bu nedenle Buenos Aires, Montevideo’dan yalnızca “daha” kelimesi ile ayrılıyor. Aynı eklektisist binalar ama daha bir görkemli, aynı romantik sokaklar ama daha yoğun, Aynı çınarlar ama daha ulu, aynı tango ama daha ünlü... Ve gözlerde aynı hüzün, ve dudaklarda aynı umut...

San Telmo, Palermo, La Boca ya da Recoleta... Herbiri ayrı güzelliğe sahip bu mahallelerde sayısız mekan sayısız kültürel ve sanatsal etkinliğe ev sahipliği yapar. Misafir olmak yaşama katılmış zenginliktir. Boca’nın, Velez’in ya da River’in stadyumlarında futbol doksan dakikalık şarkıdır. İzleyen şenliğe katılır. Yine de Plaza de mayo’nun yeri apayrıdır. Mayıs meydanı, bu meydanın annelerince kutsanmıştır. Onlar 1976-1983 askeri cunta döneminde gözaltında kaybedilenlerin, Kargo uçaklarına doldurulup canlı canlı Atlantik Okyanusu’na atılan onbinlerce insanın anneleridir. 1978 den bu yana her Perşembe günü buluşurlar burada. Geldikleri vakit susar meydan. Sadece onların sesi yankılanır, onların sesi dinlenir. Sayıları çok azalmış olsa da hala kentin saygınlığından daha saygınlar. Çocuklarını yitirmiş olmalarına rağmen geçmişi unutturmamak, geleceği kazanmak uğruna inadına tutunuyorlar bugüne. Bizim de Cumartesi annelerimiz vardı. Kaç kişi hatırlar, kaç kişi saygı duyarız?

Zaman bağımsız değildir mekandan. Dolayısı ile ne zamanı ellerinden uçup gidenlerin mekanından bahsedilebilir ne de mekana dair hafıza kayıpları yaşayanların geleceğe yönelimli zamanlarından. Narsist bir hiçleştirme bombardımanı altında hiçleşmektedir herşey. Oysa enkaz altında kalıp enkaza dönüşmek kaderi değildir insanın.

Aylardan mayıs mevsimlerden sonbahar... Beni Cordoba’ya götürecek otobüse gitmek üzere ayrılıyorum otelden. Yaklaşık olarak üç km uzaklıkta terminal. Yürüyorum. Kaldırımlar boyu sıralanan çınarlar döküyorlar yapraklarını. Barlarda Tango ritimleri, sokaklarda kahve kokularına karışıyor. Buenos Aires gecelerinde herşey bir aşkı çağrıştırır; eğer kağıt toplayıcıları ve çınar ağaçlarının diplerine yataklarını kuran evsizleri reddedebilirse göz. Görmezden gelemiyorum. Bir istisna değiller. Uzun süredir kentin ana temaları arasındalar; tango gibi, futbol gibi, mate gibi... “Pireler kendilerine köpek almak düşleri kurarlarmış. Hiç kimseler de yoksulluktan kurtulma düşleri kurarlar” diye yazıyor Galeano. “Büyülü bir günde üzerlerine oluk oluk şans yağacaktır. Gel gör ki o yağmur asla yağmaz, ne dün, ne bugün, ne yarın ne de hiçbir zaman”. Sokakları mesken tutmuşlardan alamıyorum gözlerimi. Üzerlerine şans yağmıyor ama sonbaharın damlaları terddütsüz düşüyor. Herhangi bir hayal kalmamış bakışlarında. Mayıs meydanı annelerine sımsıkı sarılıyor yüreğim.

Arjantin ve Uruguay’da metropoller haricindeki kentlerde öğleden sonra saat iki ile beş arasında tüm alışveriş yerleri kapalıdır. Siesta zamanları, turistlere terk edilir caddeler. Cordoba’yı böylesi bir zamanda keşfe çıkıyorum. Harap ve güzel katedrali geçiyor, kanıksadığım meydanlar ve silüetler içinde ilerliyorum. Nihayet yaklaşık üç metre yüksekliğindeki bir duvarın önünde sonlanıyor adımlarım. Duvarın yüksekliğinde üç parmak izi çizilmiş üzerine. Sarmal eğriler isimlerden ve tarihlerden oluşturulmuş. Tarihleri takip ediyorum. 1969’dan1983’e kadar. Anlıyorum. Her bir isim Askeri darbe dönemlerinde öldürülen Cordoba’lılara ait. İsimlere ve tarihlere oranla daha büyük harflerle yazılı bir cümle ile son buluyor izler: “Memoria verdad justicia” . Ülkemdeki resmi tabular hatıralar önündeki dimdik duvarlar... İçimi burkuyor düştüğüm ikilemler.

Cordoba’dan Mendozaya ve oradan da Santiago’ya gideceğim. İroniler toplamı bu coğrafya ve tarihi And Dağları’nın ardında bırakacağım. Bolivya’dan sınırı geçtiğim sırada sorsalardı Güneyin ülkelerini “iklimleri danslarla bezeli” derdim. Terk etmeye hazırlandığım zaman dilimde aynı soruya “Aşkın ve savaşın gündüz ve geceleri bir kitap ismi değilmiş, burasıymış” derim. Tupamarolar 1960’larda zengin sınıfın uğrak mekanı olan bir gece kulübüne baskın düzenlerler. Kulübün duvarına “Ya herkes dans edecek ya da hiç kimse” cümlesini yazar ve giderler. Artigas’tan bu yana güney, herkesin dansın mutluluğuna tutunduğu lakin hiç kimsenin o mutluluğunu yaşayamadığı, yine de vazgeçmediği iklim... Bu iklim ki gözlerdeki hüzne rağmen dudakları umutlu kılıyor. Dudaklarında gülümsemeleri yitmeyen bugünü de yitirmiyor.


Ergün Şimşek
Radikal Gazetesi/2008

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder