23 Ağu 2009

SEVGİNİN KRALLIĞI KUPASI; KAZANAN FUTBOL OLSUN


“Benim inancıma gore, herkesin dayanışma içinde çalıştığı ve ödülleri paylaştığı bir sistemdir Sosyalizm. Hayatı da böyle görürüm, futbolu da”1

(Bill Shankly / 1959-74 dönemi Liverpool Teknik Direktörü)


Ve Hakem doksan dakikalık mücadelenin sona erdiğini ilan eden düdüğü çalar. Maç sonrası röportajlarında galip gelen de mağlup olan da benzer sözleri sarf eder: “… Artık kalan maçlarımızı kazanmaya çalışacağız.” İdmanlara başlanır yeniden. Kupa finalleri veya lig sona erer, ancak idman sona ermez. Şampiyonlar şampiyonluklarını korumak, diğerleri şampiyonluğa ulaşmak için güçlendirirler kadrolarını. Yeni mücadelelere hazırlanılır yeniden. Ve her doksan dakikanın sonunda, sahanın içindeki karşılaşmayı, yeni karşılaşma başlayana dek bitiren düdük çalmıştır yalnızca.

Sahanın etrafında dönen dünyada ise ne başlama düdüğü vardır ne de bitiş. Varolmanın güçlü kalmakla özdeşleştiği yerdir bu dünya. Ve bu dünyada, varolmanın gerekenini az ya da çok, umutlarının ve umutsuzluklarının yansısı kıldığı futbol takımında yakalar taraftar. Boca Juniors taraftarının ölmeden önce son isteği sorulduğunda, “bir River Plate bayrağı istiyorum. Bayrak tabuta sarıldığında karşı taraftan biri geberdi desinler” dediğini anlatır Galeano. Ve bu dünyada yükselişini, kendisine az ya da çok ticari ilişki sağlayan, reklam ve imaj hizmeti veren futbol klübünde yakalar klüp üyesi. Nihayetinde de bu dünyada ömrüne ömür katmayı az ya da çok, kitlesel tüketim pazarı sunan futbol şirketlerini de kapsayarak yakalar sistem. Her derby’yi “tarihi derby” ilan ediyor medya; her bir “tarihi maç” t-shirtlere basılıyor, satışa sunuluyor. Varolmanın güçlü kalmakla özdeşleştiği bu dünyada mücadele, başlangıçsız ve bitişsiz sürüyor yalnızca.

Futbol artık, mahallelerin boş arsalarında, kaldırımlar ve duvarlarla çevrelenen sahalarda oynanan futbol değildir. Show çağının stadyumlarına transfer olduğu andan itibaren “futbol, sadece futbol değildir”2 O artık, yaşamlarda ve yüreklerde pek çok anlama sahiptir. Futbolcunun şan/şöhreti, taraftarın gururu, yöneticinin prestijidir. Medya nezdinde reyting ve satış, şirket defterlerinde yatırım kalemidir. Kadınların önemli bir kesimi açısından “erkek saçmalığı”, siyasetin sol yelpazesinde yer alanların büyük çoğunluğu açısından “halkın afyonu”dur3

Herkes durduğu yerden bakıyor dünyaya. Dünyayı görebildiği kadarıyla görebiliyor futbolu da herkes. Oysa birbirinden farklı bunca anlam, dönüyor dolaşıyor aslında iki adetten ibaret olan farklı algı temellerinden birine dayanıyor. Bill Shankly, sosyalizm ile futbolu, hayatın dayanışma ve paylaşım paydasında bağdaştırırken, Abramovich ve Glazer gibi para tacirleri futbol klübü satın almaya yöneliyor. Futbol sevgimizin kupayı kaldırması, sistemin prangalarıyla büyüyen futbolun mağlubiyeti ile mümkün. Öyleyse yola, bu coşkulu oyunun olanlarını ve olması gerekenlerini belleğe işleyerek çıkmak gerekiyor.

Futbol olarak futbol:
Avrupamerkezci yaklaşım, futbolun beşiği olarak İngiltere’yi göstermektedir. Ancak tarih, İngiltere’de futbolun olsa olsa çocukluk ve gençlik yıllarını yaşamış olabileceğine işaret etmektedir. Futbolun beşiği olma adayları ise başta Çin Medeniyeti olmak üzere Mısır, Yunan ve Roma medeniyetleridir. Mayaların Tlachtli ve İrokua kızılderililerinin “savaşın küçük kardeşi” (fransızların verdiği isimle Lacrosse) adlı oyunlarını da bu gruba dahil edebiliriz.

Mısır’da top oynayan asker kabartmaları bulunmuştur. Homeros Odisea’da bir tür top oyunundan bahseder. Bu oyun askerlerin savaşa hazırlık amacıyla oynadıkları Episkyres’dir. Episkyres, Roma’da Harpastum adını alacak ve kanlı çatışmalara sahne olacak bir oyuna dönüşür. Gelgelelim bu oyunların içerikleri hakkında detaylı bilgi bulunmamaktadır. En detaylı bilgiler ise Çin Medeniyeti’nde oynanan tsu-chu adlı oyuna dairdir. Anlaşıldığı kadarıyla, günümüz futboluna en fazla benzerlik gösteren de bu oyundur.

Tsu-chu’ya dair ilk belgeler M.Ö. 3000’li yıllara, imparator Huang-Ti dönemine dayanıyor. Onar kişiden kurulu iki takım (internet üzerinden yaptığım okumalarda takımların altışar kişiden oluştuğunu yazan metinlere de rastladım) dört köşeli bir oyun sahasında, deri kaplı ve içi tüy ile doldurulmuş bir topu, bambu ya da mızraklardan yapılmış beş metre yüksekliğindeki bir kaleye sokmaya çalışırlar. Oyunun amacı imparatorluk askerlerinin savunma becerilerini yükseltmektir. Tsu-chu, çevre kavim ve medeniyetlerde oynanan (Türkler’in Tepük’ü ve Japonların Kemari’si gibi) oyunlara kaynaklık etmiştir.

Avrupa’da ise bir top oyununa dair ilk belgeler 12.yy’a dayanıyor. “Despricto Nobilissimae Civitatis Londoniae” adlı eserde (1174) şöyle bir ibare vardır: “Öğle yemeğinden sonra kentin bütün gençleri, meşhur top oyunu (Pila) için sahalara koşuyor… yaşlılar, babalar ve zenginler at sırtında gelip gençlerin karşılaşmalarını izliyor” Köylüler ve kasabalılar arasında can kayıplarına yol açan pila, 1314 yılında II. Edward tarafından yasaklanır. 1576 tarihli başka bir belgede ise yüzlerce kişinin Footeball denilen yasadışı bir oyunu oynadığı ve bu oyun yüzünden ölüm ve yaralanmaların meydan ageldiği kayıtlıdır. Nihayet II. Charles döneminde (17. yy) futbol yasallık kazanır. 1841 de Rugby’den kesin olarak ayrılır ve topun biçiminin tam bir küre olmasına karar verilir. 1848’de “Cambridge Kuralları” adı altında saptanan kurallarla anlayış ve uygulama farklılıkları ortadan kaldırılır. Artık günümüz futbolunun ana hatları şekillenmiştir. (Diğer yandan; kale üst direğinin kabülü ve topa kafa ile vurulabilmesi izni 1875’de, Korner’in kabülü 1876’da, Ofsayt’ın kabülü 1886’da, Maçta hakemlerin yetklilendirilmesi 1890’da, penaltı’nın kabülü 1891’de ve, sürenin 90 dakika , saha uzunluğunun min.91,5 max.118.5 m. olarak tayini 1899’da gerçekleşmiştir.)

Tsu-Chu ve Harpastum’un birbirlerine, Footeball’e ve dolayısıyla futbolumuza içeriklerinden neler kattıklarını tam olarak bilmiyoruz. Bilinen ana gerçek, futbolun atası sayılabilecek bütün oyunların ya askeri amaçlı ya da çatışma öğesini yoğunca içeren oyunlar oluşudur. Takımların dizilişleri, mevkii isimleri ve oyunun stratejisi de futbolun bir savaş ritüeli olduğunu doğrular.

Kale, kimisinde surlarla kimisinde hendeklerle korumaya alınmış toplumsal yaşam alanıdır. Kenttir, kasabadır. Defansı oluşturan blok, kalenin koruyucu güçleridir. Kaleci, şehir içindeki savunmayı, defans oyuncuları ise surları, hendekleri, şehrin girişine duvar ören askerleri temsil ederler. Orta sahada, o sınır çizgisinde geçer asıl mücadele. Savunmanın da hücumın da ilk durağıdır burası. İleri uç elemanları ise akıncı savaşçılardır. Düşmanı yıpratır, rakip kenti ele geçirmeye çalışırlar. Sonuçta her takım, temsil ettiği toplumsal yaşamın hem savunucusu hem de fatihi misyonunu üstlenmekle yükümlüdür. Çünkü varolmanın güçlü kalmakla özdeş olduğu yerdir bu dünya.

Bu savaşta kullanılan silah toptur ve “top yuvarlaktır”. A. Camus’nun Cezayir Üniversitesi Futbol Takımı kaleciliği günlerini anlatırken söyledikleri, bu kürenin niteliğini çok iyi anlatıyor: “Top birine hiçbir zaman beklediği yönden gelmiyor.” Oyuncu dikkatini asla yitirmemeli, top kullanma tekniğini sürekli geliştirebilmelidir. Tüm mevkilerdekiler silahın hangi yönü alabileceğini, rakibe ya da kendi kalesine ulaşmadan onu ele geçirebilmeyi ve kendi takımının silahı olarak saldırıyı başlatabilmeyi becerebilmelidir. Çünkü top kaleyi geçtiğinde, hep bir ağızdan dökülen “gool” bağırışı bir yandan bir kentin düşüşünü diğer yandan bir zaferi ilan eder.

Roma devrinin savaş oyunları arenalarda oynanırdı. Futbol ise çağdaş arenalar olan stadyumlarda oynanır. Gladyatörlerin yeminiyle başlarmış dövüşler: “Birkaç gün ya da bir yıl daha kazanman ne fark eder. Ölümden kimsenin kurtulamayacağı bir dünyaya geldik… Başın dik ve yılmaz bir şekilde ölmelisin”4 Bu yeminde savaşçıların, şereflerini korumaya ve onurlu mücadeleye çağrıları vardır. Sırttan hançerlemezler, (boğa güreşlerinde de matador boğaya sırtı kendisine dönükken asla saldırmaz) bizantik oyunlarla rakiplerini alt etmeye çalışmazlar. Her şey insan onuruna layık olmalıdır. Futbolun arenasında da aynı temalar geçerlidir. Kurallar her iki takım için de eşittir. Aslolan temsil edilen toplumsal yaşamın şerefini korumak ve onurlu bir mücadele ile yüceltmektir. Brezilya’nın efsane oyuncularından Garrincha, “bir maçta üç rakip oyuncuyu ve kaleciyi geçtikten sonra topu boş kaleye bırakmak yerine savunma oyuncusunun gelmesini beklemiştir. O asla boş kaleye gol atmazdı.”5 Gladyatörün rakiplerini teker teker yenerek başı dik şekilde arenadan çıkması misali futbol takımı da her bir galibiyeti sonrasında gururla ayrılır stadyumdan. Çünkü şampiyonluk sadece tüm rakipleri yenmekle değil, güzel bir futbolla yenmekle gönüllerde gerçek şampiyonluk hakkını kazanır.

Kısaca futbolun futbol hali, kollektif yaşam alanı’nın hayatta kalma mücadelesine ait ritüeller ve bu mücadeleyi sürdürmeye muktedir insan kimliğine ait temaların sergilendiği, dolayısıyla kollektifin onayına sunulduğu oyundur. Günümüz futbolunun bütün aktörlerinde (futbolcular, teknik kadro ve taraftarlar) bu temaların yansımaları, o arkeolojik görünen fakat hayatlarımızda güçlü şekilde yer tutmayı sürdüren ritüellerin izleri vardır.

Bir kitle eylemi olarak futbol:
Richard Sennet “Ten ve Taş” adlı eserinde, Elias Canetti ise “kitle ve iktidar”da seyretmenin insan duygularını ve bedenini pasifleştirici etkisini özetlerler: “Seyretmek pasifleştirir.” Buradan hareketle futbol seyircisi ile futbol taraftarının ayrı tutulması gerekiğini söylersek yanılmış olmayız. Futbol’un, o olmazsa olmaz parçalarından birdir taraftar. Seyirci değildir; tersine oyunun aktörlerindendir. Beşiktaş’ın geçen sezon cezası nedeniyle seyircisiz oynadığı maçlar bu gerçeği bir kez daha karşımıza çıkardı. Taraftarsız, boş trübünlere oynanan bir futbol, kanatları yolunmuş bir tavuğa benziyor.

Sahada mücadele eden güçlerin trübünlerde mücadele eden karşılığıdır taraftar. Takımının renklerinde savaş boyalarını sürüp aksesuarlarını (forma, atkı, bayrak vd.) kuşanarak, savaşa çağrının en önemli müzikal aracı olan davulun ritmik vuruşları ve savaşçı çağrışımlara sahip şarkılarla geçerek şehrin caddelerinden, trübünlerdeki yerini alır. Onun açısından maç, başlama düdüğünden çok önce başlamıştır ve hep tek sonuçludur. Kazanılacaktır, başka yolu yoktur. Böylece stada (arenaya, cepheye) doğru yürüşünde kitlenin tabiatında bulunan kazanma ve büyüme arzusunu açığa çıkartır. İzleyenleri kendisine çekmeye, içine almaya çalışan davetin adımlarını atar. Dışarıda duranlara seslenir. “bir başına iken hiç; yek vücut iken herşeysiniz” Temsil ettiği yaşam alanının koruyucusu, rakip şehiri maç başlamadan once fetihe girişen adımlardır onlar. Kitle olgusunu yaratan en büyük niteliği, deşarjı başlatır. “Deşarj anı, kitleye dahil olan herkesin farklılıklarından kurtulduğu ve kendilerini diğerleriyle eşit hissettiği andır”6 Ortaklaştırılmış amaç ve bu amacı simgeleyen birkaç renk kaldırır tüm farkları ortadan.

Taraftarların görevleri sadece takımlarına moral vererek oyuncuların motivasyonunu arttırmak, diğer takımı da demoralize etmeye çalışmak değildir. Onlar da oyunun içindedir. Top kaleye yöneldiğinde onlar da uzanır kaleciyle birlikte topa, her atakta onlar da koşar bir an evvel ulaşmak için rakip kaleye. Nehir gibi akan takımlarına, akınlar gibi sonsuz ardışıklıkta gelen “meksika dalga”larıyla eşlik ederler. Hep birlikte rüzgar olur eser, hep birlikte bir orman gibi salınırlar. Gökyüzündeki kartalın asaleti, yeryüzündeki aslanın heybeti, Aşklara ilham olan kanaryanın zerafeti hepsi bu ritimde, bu ateş gibi kıvrak, yakıcı bütünleşmedir. Ve bu bütünleşmenin mekanıdır stadyum. Nice zaferlerin, nice büyüleyici hikayenin hayat bulduğu yerdir. Arjantin Boenos Aires’teki San Lorenzo stadyumu yıkılırken pek çok taraftarın, kendileri için kutsal olan stadyumun yıkıntılarını ağlayarak ceplerine doldurup gitmeleri boşuna değildir.

Ne var ki stadyumların böylesine kutsallaştırılması, taraftarın takıma karşı hissettiği aidiyetin yüksekliği, pek çok entelektüel tarafından futbolun yanlış bir şekilde, bir din olarak yorumlanmasına yol açmıştır. Mehmet özer’in Napoli Kardinali Giardano’nun sporculara yaptığı bir konuşmada “Futbol halkların dinidir” cümlesini kullanmasını, bir dinin başka bir dini kendisine rakip olarak görmesi şeklinde algılaması bu yanlışın en uç noktasıdır. Oysa din, biat etme yoluyla bütünleşme sağlarken, tribünde biat yoktur. Tribün şarkıları ise zaten duaları anlatmaz: “Bir fırtınada yürüdüğünde / Başını dimdik tut/ Ve karanlıktan korkma/... / Rüzgara karşı yürü/ Yağmura karşı yürü/ Rüyaların altüst olup kaybolduğunda/ Yürümeye devam et, yürümeye devam et/ kalbindeki umudun ile/ Ve sen hiç yalnız yürümeyeceksin/ sen hiç yalnız yürümeyeceksin”7

Taraftarın takımına aidiyeti, skor, futbolcular ve/veya yöneticiler aracılığıyla değil tuttuğu takımın tarihi ve renkleriyle, insanı ayakta tutan kimi değerler (şeref gibi, güçlü kalmak gibi, el ele vermek gibi) arasında sembolik bir bağ kurmasıyla gerçekleşir. Gün gelir devran döner futbolcu ve yönetici “ sahtekar” ilan edilebilir. Çünkü o tarih ve o renkler kirletilmiştir.

Diğer yandan, hayatta kalma mücadelesinde, yenilginin karşılığı ölüm olduğuna gore, toplumsal yaşam alanının ve bu alanın kollektif değerlerini temsil edenin yenilgisi, en azından gönüllerde söz konusu olamaz. Kent asla zaptedilmeyecek, başı dik ve yılmaz insanlar topluluğunu simgeleyen duruşun ayaklar altına alınmasına asla izin verilmeyecektir. Çünkü hayaller hep zaferler üzerine kurulurlar ve zaferleri anlatırlar. Bu nedenle mağluplar cephesi açısından hayatın adaletsizliğiyle tanımlıdır herşey: Hakem taraf tutmuş, futbolcu kendisini yere atmış, şans yardım etmemiştir. “Arubinha, Vasco De Gama’nın 12-0 yendiği takımın bir taraftarı. Bir gece, Vasco’nun sahasına ağzı dikilmiş bir kurbağa gömerken şöyle lanet yağdıracaktı: Yukarıda Allah varsa, 12 yıl boyunca şampiyonluk yüzü görmesinler. O vasco, 1954’de kupa kazanırken son şampiyonluğunun üzerinden 11 yıl geçecekti. Tanrı cezamızın bir yılını affetti diyordu Vasco taraftarları.”8

Antonio Gramscı “Açık havada ortaya konan insan sevgisinin krallığıdır futbol” dediğinde belki de tüm bu temaları, insanların futbol üzerinden yaşamla kurdukları bağları gözlemlemiştir. Oysa paranın ve kapitalist üretim ilişkilerinin girdiği her alan gibi futbol da saflığını temizliğini yitirmiş durumda. Kitlelerin gerek seyir ve eğlence talebine gerekse kitlesel davranış normlarına en iyi cevabı veren spor dalı olan futbol, artık bağrında taşıdığı insan sevgisiyle yüreklerde yer etmiyor. Fanatizm, sistemiçi şiddet, lümpenleşmenin stadyumlardan da yayılması türünden ideolojik etkiler ile, toplumsal ikonlar yaratmak ve bu yolla kitlesel tüketimi kamçılamak türünden ekonomik etkiler bu sevgiyi sistemli olarak baltalamaktadır. İnsan sevgisinin krallığı olan futbol, paraya endeksli futboldan bir kaç adet gol yemiş olmasına rağmen bitiş düdüğünün çalmasına henüz vakit vardır.

Bir ideolojik aygıt olarak futbol:
Eğer bir toplumsal yapı mevcut ürertim ilişkilerini yeniden üretemiyor ve/veya geliştiremiyorsa hepimiz biliriz ki yıkılmaya mahkumdur. Dolayısıyla her sistem ekonomik altyapı ve politik üstyapı düzlemlerinde üretim ilişkilerini yeniden üretebilme zorunluluğuyla karşı karşıyadır. Bu zorunluluğun politik üstyapı düzleminde gerçekleştirilme ayağına ideoloji deniyor. Özetle İdeoloji bir toplumsal sistemin meşruluğunu yaşam tarzları ve buna bağlı olarak da kavrayışlar düzeyinde sağlama işlemidir.

Futbol denli kitleselliğe sahip bir fenomenin, kapitalizmin ekonomik ve ideolojik müdahalesine uğraması bu anlamda kaçınılmazdı ve kaçınılmaz olan gerçekleşmiştir. Müdahalenin ekonomik yönünü görebilmek için özel bir çaba gerekmiyor. FESAM (Futbol Ekonomisi Stratejik Araştırma Merkezi) verilerine bakmak yeterli olacaktır. Futbol klüpleri son sürat futbol şirketlerine dönüşmekte, borsada işlem görmektedirler. Futbol endüstrisinin yarattığı katma değerin yüksekliği yasadışı güçlerin bu sektöre de giriş yapmalarına neden olmaktadır. Ürün satışları için gereken reklamasyonda medya, destek üs işlevini görmekte, yeni yeni futbol idolleri yaratılıp pop yıldızları misali günlük hayatımıza sokulmaktadır. Bu idollerin isimlerini ve takım renklerini taşıyan markaların alımı, bir ihtiyaç haline getirilmiştir. Artık evinizin tüm mobilyalarını, gardrobunuzdaki giysilerinizi ve takılarınızı ilgili takımın ürün satış mağazalarından temin edebilirsiniz.

Müdahalenin ideolojik yanı biraz daha karmaşıktır. Soru sormanın, derinleşmenin yasak olduğu bir eğitim sistemiyle başlar bireyin hayatını dikenli tellerle örme işlemi. Pek çok ideolojik aygıt aracılığıyla (Aile, eğitim, kültür, hukuk vd.) büyüğün (bu büyük evde ebeveyndir, okulda öğretmendir, işte müdürdür, televizyonda uzman görüşüdür, eserleri yok satan yazardır; her yerde bir büyük vardır) dediğini olduğu gibi doğru kabul eden, rızkından gayrısını haram belleyen, karşı çıkmayı yasaların ağır bedelleriyle ödeme tehdidi altında yaşamlar yaratılır. Ve hayat pahalılığı, işsizlik, dışlanmışlık gibi nedenlerle biriken öfkenin deşarj alanlarından biri olarak da futbol tavsiye edilir. Yiğiter Uluğ bir yazısında bu durumu şu şekilde özetliyor: “Yaşam bu kadar dikenli telle çevrelenmiş; yıllar boyu içindeki enerjiyi hiçbir yere dökemeyen çocukların, büyüdüklerinde kendilerine zararsız gösterilen tek şeye, futbola sarılmasından daha doğal ne olabilir?”

Keza futboldaki şiddet olgusu üzerine yapılmış araştırmalar da bu yaklaşımı doğrulamaktadır: “fanatik taraftarların çoğunluğunu üretme eğilimindeki yerleşimlerin, yerleşik biçimde en yüksek işsizlik oranına sahip olanlar olduğu muhakkaktır. Bunlar ayrıca ekonomik bunalım zamanlarında en ağır darbeyi yiyen yerleşimler olma eğilimindedirler”9 Aynı araştırmada 1950 lerden beri futbol fanatikliği olgusunu biçimlendiren özgün nitelikler arasında şu maddeler göze çarpıyor:

1.İşçi sınıfının “kaba” ve “saygın” kesimleri içinde ve bunlar arasında ilişkilerde görülen yapısal değişimler:
2.Teenagerlere (12-19 yaş grubu) özgü boş zaman pazarının yükselişi
3.Futbolun kendisinin yapısındaki ve klüplerle taraftarlar arasındaki ilişkilerdeki değişimler
4.Kitle iletişim araçlarının yapısındaki ve işleyişindeki değişimler, özellikle televizyon çağının başlangıcı ve rekabetle üretilmiş ve popülist “haber değeri taşıma” kavramı ile “tabloid” (bulvar) basının ortaya çıkışı
5.Yakın zamanlarda gençlik işgücü pazarının gerçek anlamıyla çöküşü.

İdeolojik müdahale bununla da sınırlı değildir. Oyunun odağında, toplu bir savaş talimi olarak iki yerleşimin erkek temsilcileri arasındaki mücadelenin olması, sisteme erkek egemen ve ulus devletçi niteliğini besleme kanalları açmaktadır. Ülkemizde özellikle milli takım maçlarının şövenizm dalgasıyla milli dava haline getirilmesi ve artık hergün yayınlanan futbol programlarında yorumcular vasıtasıyla erkek egemen jargonun piyasaya sunulması bu noktada anlamlıdır. Benzer şekilde, Elsalvador ile Honduras ın bir futbol maçı nedeniyle birbirlerine savaş ilan etmesi belleklerimizden silinecek kadar eski bir olay değildir.

A.Gramsci futbolu sevginin krallığı ilan ederken kapitalizmin dışında kalmış futbolu görüyordu. Portekiz diktatörü ise kitleleri yönetmek için 3F ‘ye ihtiyaç duyduğunu (Fado, Futbol, Fiesta) söylerken kapitalizmin müdahalesi altındaki futbolu ima etmekteydi. Neticede yıkılan diktatörlük oldu. Bunun en büyük sebebi diktatörün tanımladığı 3F’in birer ideolojik aygıt olarak asli öneme değil, tali öneme sahip olmalarıdır. “Futbol, halkın afyonudur” diyenler de bu noktada yanılmaktadırlar. Marks’a ait olan “Din halkın afyonudur” düsturuna bir gönderme yapılmıştır bu sözle. Ancak gönderme yapılırken hedef şaşmıştır. L. Althusser’in de belirttiği gibi kapitalizm öncesi sistemin ideoloji üretme üssüydü din kurumları. Eğitim, hukuk, kültür/sanat, siyasi yönetim vd. bu kuruma endeksli olarak ya da bu kurumun ideolojik yaklaşımına paralel ideoloji üretirlerdi. Bundan dolayıdır ki eğer kitlelerin afyonu olma vasfını taşıyacak yeni bir nesne bulacaksak, misyon olarak dinin kapitalizm öncesindeki misyonuna sahip olanı bulmalıyız. Althusser, Kapitalizmle birlikte din kurumunun yerini eğitim kurumunun aldığını söyler. Yaşam tarzlarını ve fikirler dünyasını biçimlendiren asli kurum günümüzde öğretimsel kurumudur. Futbol gibi tali kurumlar olsa olsa bu kurumun alt grupları olabilirler. Önceden uyuşturulmuş olan beyinlerin uyuşukluk halini uzatmaya hizmet ederler. Bunun sorumluluğu ise ne adlarında ne de tabiatlarında, sadece ve sadece sistemin müdahalesindedir.

Sonuç Yerine:
Her ne kadar bir savaş talimi olsa da, her ne kadar bu yönüyle içeriğinde şiddete dair ifadeler barındırsa da futbol, tüm spor dalları gibi insan içindir ve insancadır. Varolan savaş, bir saldırganlık eğilimi değildir. Hayatta kalma mücadelesini yansıtır. Bireysel sporlar gibi tekil hedefli değildir. Kollektif emeği, dayanışmayı, birey çıkarının önüne kollektifin çıkarını koymayı yansıtır. Hayatta kalması gereken, temsil edilen kollektif yaşam alanıdır ve bu, paylaşımla ancak gerçekleşebilir. Yengi de yenilgi de herkesindir.

Sömürü ilişkilerine dayalı bir sistem tarafından deforme edilmiş olması ondaki bu dayanışmacı ve paylaşımcı özü bozmaz. Keza bizlerin onu “kirlendi” diyerek kendi kaderine terk etmemizi de gerekçelendirmez. –Ki insanca yaşam mücadelesi de kirli bir dünyada yürümüyor mu?-
Madem ki adalet, eşitlik, kardeşlik bayrağı ile insandışı bir sisteme savaş açmışız; sistemin kuşatması altındaki her yerde, her alanda bu bayrağı dalgalandırmak gerekiyor. Sevgini krallığındaki futbol, sistemin parangalarındaki futboldan birkaç adet gol yemişde olsa mücadele devam ediyor. Ve biz “asla yalnız yürümeyeceksiniz” diye şarkılarımızı söyleyerek, kapitalizmin işgalindeki caddelerde davullarımız ve bayraklarımızla fetih yürüyüşlerine devam ederek, meydanları stadyumumuz eyleyerek kazanacağımızı, başka bir yolun olmadığını anlatmaya devam diyoruz. Çünkü biliyoruz ki “Bir başına iken hiç, hep birlikte iken herşeyiz”


Dipnotlar:
1. Radikal Gazetesi Şampiyonlar Ligi Kupası eki. /24.05.2005 / Aktaran Bağış ERTEN
2. Simon Kuper
3. Umberto Eco: “Futbol günümüzün en yaygın batıl inancıdır. Futbol halkın afyonudur”
4. Richard Sennet; Ten ve taş / Çev: Tuncay Birkan / Metis yy. Sf. 77
5. Bant ; aylık dergi / Nisan 2005 sayısı / Sf. 21
6. Elias Canetti; Kitle ve İktidar./Ayrıntı yayınları
7. Liverpool tarafatrlarının meşhur şarkısı
8. E. Galeano; Gölgede ve güneşte futbol / Can yayınları
9. Derleme; Antropolojik Açıdan Şiddet / Ayrıntı yayınları

Ergün ŞİMŞEK
2005 Haziran / Yol dergisinde yayınlanmıştır

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder